27.12.2021

İçten Gelen - Final

Kendimi çekmeceleri kurcalarken bulduğumda anlamıştım aslında. İçimde, en derin yerlerden gelen bir çağrı vardı. Gürültü demek pek doğru olmaz, yüksek ses belki, belki de normal ses tonunun bir tık üzerinde olan, ve fakat bana  haykırış gibi hissettiren bir sesti bu çağrı, sanki sessiz bir çığlık. 

Bırakmak  en doğrusu diyordu geride kalan yılları emin bir şekilde. Üzülmemek ama yok saymamak, Keşke yeniden dememek, hiç olmamış gibi de küçültmemek bu hissi. 

Düşünceler içerisinde yuvarlandıkça beni yoran bir dünya. Uyum sürecinin her geçen gün daha da zorlaştığı, keyif almaya çalışmak için kendimi zorladığın ve belki de aynı şeyleri yaparken farklı sonuçlar beklediğim bir gün daha geride kaldı. 

Gecenin sonunda yapabildiğim tek şey camdan dışarıya, karanlık gecenin içindeki ışık süzmelerine bakmak, oradaki yaşantıların zorluklarını hayal etmek, şu an sıcak bir evde olmanın vermiş olduğu ufacık huzur duygusuyla mutlu olmaya çalışmak…

Aldığın nefese sadık olmaktan başka ne kaldı ki gerçekten. Hiç değilse diye iç geçirip derin bir nefes daha aldıktan sonra yeniden unutup yeniden hatırlayacağım sabah, kaldığım yerden devam ettiğim güne ve yine sadık olacağım her gün defalarca tekrarladığım nefes alışıma. 

29.09.2017

Üçten Gelen -36

Selam dedi önce. Hiç beklemediğim bir andı benim için. Görmek, duymak ki en kötüsü de kokusunu hissetmek. Aynı parfümü sıkmış. Bir fıs, eminim. Onca yılın verdiği yorğunluk, onca yaşlılık belirtileri.  Hepsi de anlatıyor, hepsi de tek tek yaşananların üzerinden ağır ağır geçercesine anlatıyor hemde.
Birden tebessüm ettim. Tutamazdım zaten dudak etrafımdaki kasları. Hatırladıklarım, ortak yaşantımıza uzandığı için tebessüm ettirirdi zaten. Zaten hala unutamamıştım. Yok yok unutmamıştım diyelim biz ona. Sanki, son maçında inanılmaz bir geri dönüş yapan boksörün, maç sonunda ki sevincini unutamayacağı gibi. Yollar sonra bile konuşmak, merhabalaşmak belki bir kahve içmek. 
Eskileri, fazla yaralar açmayacak, hafif güldürecek, hafif düşündürecek konuları konuşmak. 
Ayrı yolların çok uzak bir gelecekte yanlışlıkla kesişmesini birbirine anlatamayan iki insan. Anlatmak için çabalayan ve her seferinde saçmalayan. 
İki çocuğu vardı artık. Biri 21 diğeri 16 yaşında. İkisi de kız. İkisi de esmer. Yeşil gözlü. Birisi beyaz tenli birisi buğday. Biri ona, diğeri kocasına benziyor. Mehmet'e. Büyük olan. Kocasına o benziyor. 
Biri yıpranmış vücudunun şekilsizleri normal bence. 2 çocuk ve tamı tamına 46 yıl. Ama hala alımlı. Bir kere pazarlama müdürü. Kendisine bakması lazım. Yoksa onu alaşağı etmek isteyen çok insan var o koca plazada.
O sabah uyandığında hiç bir şeyin farkında değildi evden çıktığında. Aslanın kucağına, ölümü gittiğini bilmeden giden geyik gibi gitti plazaya. 12 dakika gezindi otoparkta. 7 dakika asansör önünde beklemek zorunda kaldı. 4 asansörden 2 si tadilattaydı. 
Plaza hayatından kurtulup, Ege'ye yerleşmeli, küçük bir bahçede yetiştirmeliydi sebzeyi meyveyi. İstekli fakat cesaretli değildi bu konuyu Mehmet'e açmaya. 
Güçlü bir adamdı kocası. Patron. Araç filo şirketi sahibi. 767 araçtan oluşan dev bir filo. Koskoca bir kabilenin sahibiydi onun gözünde. Parmağını şıklatmasıyla dünyayı terse döndürebilirdi. 
Neden şimdi karşılaşmıştı acaba. 27 yıl sonra. Kalbi nasıl olurda böyle bir tepki vermişti. Bu nasıl bir cesaret, neyi ve neden unutamamıştı. Nasıl olurda bunca yıl bu duyguyu içindecsaklamasına izin vermişti. Tehlikeli ama çekiciydi onun için. Farenin peyniri almak pahasına kapanın içine girmesi gibi tehlikeli. 
Fakat hayat, yapılmaması gerekenleri yapmaya başladığında keyifliydi. Biliyordu. İstiyordu. 
Peki nasıl durdurmalıydı?


13.12.2015

İçten Gelen-35

Her zaman gölgelerde kalması gereken sırlar ve hiç açığa çıkmaması gereken gerçekler vardır bu hayatta.Dünyanın karmaşasının bu denli güçlü olduğu bir anda, bizim görevimiz bu karmaşanın içinde ki güzelliği keşfetmekse, anlamamış olmanın verdiği vurgun yemişliğe rağmen sorman lazım belki de sana; şarkı bile söyleyebiliyorken bir tavan arasında, neden durdurdun beni?
Kadere boyun eğmek, var oluştan beri önemli diyenlere inat, nasip değilmiş dediğin andan itibaren. belki de bu yüzden kaybediyorsun kazanmak için çabaladığın herşeyi.
Kalk ve silkelen demen, önemini bir kat daha arttırmışken, belki de, silkelenmen için atmış olduğun adım düşürdü seni tepe taklak gerisin geri.
Unutma! insanlar, sen istediğin için etrafında olurken, sen istemediğin için çekilirler. Bu tamamen senin içinde bulunduğun durumla doğru orantılıdır.
Bu bir kültürdür. Senin ailenden, yaşadığın toplumdan hatta ve hatta okumuş olduğun gazetelerden almış olduğun bir kültürcüktür.
Kültürsüzlüğün sınırsız derinliğini keşfetmiş bir insan olarak övünmüyorum ve fakat çok keyifli bunu bilesin.
Her alanda evrensel bir kültürsüzlük içindeyim. Kültürsüz bir toplumun kültürsüz bir bireyiyim.
Bırakmalısın olan bitene kendini kaptırmış uçurtmanın ipi gibi  ki, gitmek istediği yere gitsin. rüzgarın sesini ve kuvvetini hissetmek için arkanı dönüp gitmelisin. Otoban kenarında gözlerini kapatıp araba sesi dinleyen o küçük kız çocuğu gibi dünyadan kopmayı öğrenmelisin bazen. Öğrenmek için bırakmalısın kendini. Sınırlarının neler olduğunu bile bilmiyorken, kaptırmamak için kendini dalgalara, denize bile girmiyorsun. 
Kokusunu özlediğin o güzel düşüncelere kendini kaptırmak istercesine bakmak...
'Birden hatırlıyorum sıcaktı
Tuttuğu tuttuğum her yerimiz
Boynumuz, ağızlarımız, ellerimiz
Yalanda karanlık odalarda
Eşit aralıklarla avunuyoruz
Yetiyor'

11.08.2015

İçten Gelen-34

Yalnız çocukların en mutlu olduğu yerdir ateri salonları. Komba çekerken mutlu olurlar o çocuklar ya da bir bölüm geçtiklerinde ilerlemeli bir oyunda. Ya da ateri oynayanın arkadaşının cebinde parası olmadığı halde, o gün, o oyunu oynayamayacağını bilmesine rağmen mutlu olur o çocuklar. Yalnız çocuklar her zaman mutlu olamazlar. Bilirsin. Hani sen de yalnız kalmışsındır zaman zaman.
Zaman zaman, yalnızlığına sövmüşsündür. Hani, hani olur ya, Kalabalığın içinde omuz vura vura karşılıklı yürümeye çalışırken yalnız hissedersin ya. Öyle işte.
Yalnızlık; bilmem kaç milyar olan bu Dünya'da, kimsesiz olmak değildir. Yalnızlık; başın sıkıştığında arayabileceğin bilmem kaç tane arkadaşının olması değildir. Bilirsin. 'Bana buradan yalnızlığın ne demek olduğunu anlatmaya çalışmaktır yalnızlık' dediğini duyar gibiyim. Haklı olabilirsin. Ne kadar haksız olduğunu bilmene rağmen. Yalnız olduğumu Düşünebilirsin. Düşünmek, hissettiklerimi anladığın anlamını bana nasıl hissettirmiyor. Yıllar önce, çok çok küçük bir çocukken hissetmiştik ilk defa karşılıklı olarak. Neyi hissettiğimizi bile bilmeden hissetmiştik belkide. Belli ki, öyleydi.
Belli ki, yalnızlığın vermiş olduğu Saçma özgüven alıp başını gitmişti biz çocukken. Biz çocukken, özgüven vardı. Anne-babadan dayak yerken kaybettiğimiz bir özgüven vardı. Ateri salonlarında ya da devasa kaydıraklarken kayarken delicesine olan özgüven. Özgüven, her zaman içinizde patlarcasına olması gereken o özgüven. Olmadık yerde başımızı derde sokan, olmadık yerde de hey maşallah dedirten özgüven. Olsa da olur olmasa da dediğini duyar gibi olduğum özgüven. Ne özgüvenmiş anlata anlata biteremedi dediğin özgüven.

10.05.2015

İçten Gelen-33

Bir yıl daha bitti sensiz. Yorgunluk ve yoksunluk içerisinde. Hiç kimseye göstermemeye çalıştığım, bir yıl içerisindeki, o bir günün geçici acısını, yüreğimin en önünden, en arkaya atmaya çalıştığım, kalkanlarımı kontrol edemediğim o gün bitti gitti sensiz.
Hiç birşey olmamış gibi davrandım o günde. Sabah uyandım ve sen uzun zamandır olmadığın gibi yine yoktun yanımda ki bende senin yanında yoktum.
Kahvaltımı yaptım sabah. Bir, İki, üç çay falan içtim kahvaltıda. Belki bir iki tane yumarta, bir kirbit kutusu büyüklüğünde beyaz peynir. Kaşar yoktu. En son bir bardak su içer gibi içtim yarım litre suyu bir dikişte. Öğlen oldu. Aynı şeyler. Her günüm bir önceki günün benzeriydi o gün. Değişen fazla bir şey yoktu. Yorgunluk. Ama beyin yorgunluğu. Kandırmaca değil, gerçekten hep seni düşünmenin vermiş olduğu yorgunluk, beynimi, işgal eden düşman birlikleri gibiydi yorgunluk. Akşama kadar dolaştım şirketin bana tahsis ettiği araba ile. Bir kaç kez telefonda konuştum. Yorgundum. İstemedim telefon görüşmesi yaşamayı senden başkasıyla. Sahi ya, bi hat yok mu acaba sana bağlanabilmem için. Arasam, beni aktarın desem, bir numara, bir dahili. Yok.
O gün diğer günlerden daha yorgun oluyorum artık. Daha ağlamaklı, daha savunmasız oluyorum.
Daha senci oluyorum. Daha uzaklaşıyorum dönen dünyadan. Güneşten. Yağmurdan. Buluttan. Oksijenden. Daha uzak oluyorum attığım adımdan. O gün, sana doğru atamadığım her adımdan daha çok nefret ediyorum. Nefret ile dolan bir dünyaya sahip oluyorum o gün.
Kimseye belli etmemeye çalışmaktan nefret ediyorum o gün. Kimsenin bilmemesini, bilse bile o günü unutmasından nefret ediyorum ben. O gün, kendim olmuyorum ben.
Eve geldiğimde, koca bir hiç uğruna o günü geçirdiğim için de kendimden ayrıca nefret ediyorum ben. Hemde o gün öyle bir nefret ediyorum ki ben, bazen, haykırmak istiyorum tüm dünyaya o gün.
Geri kalan günler de ise; o günün acısını bastırmaya çalışıyorum.
Sen, bana, 'hızlı yaşa cesedin yakışıklı olsun' dedin, ve ben hızlı yaşadım. Keşke sen, yavaş yaşayıp çirkin biri olsaydın, ve ben yavaş yaşayıp çirkinleşseydim.
Gecikmedim bu sefer seni bu saatte ve bu tarihte anmayı. Bekledim. Dinledim kendimi. Sakinleştim biraz. Tuttum açıkcası. Alevlerden gelen kelimeleri tuttum bu saate kadar. Yorgunluğuma verdim. Savunmasız olmama verdim bu zamana kadar.
Kızgınlığımın her geçen gün azalması gerekirken, artmasını anlamlandırmak için tuttum. Ben mantıklar çerçevesinde hareket etmeyi her zaman daha sağlıklı bulmuş biriyim. Bu zamana kadar mantığım yerine gelmesini bekledim, mantıksız olan bu dünyada.
Bilmeni istediğim tek bir gerçek var.
Sen, benim sana gelmemi ne kadar bekliyorsan, bende, sana yeniden gelmeyi o kadar bekliyorum.
Zamanı geldiğinde tekrar görüşmek dileğiyle. 5 mayıs: seni kaybetmeyi, yüreğinin her bir yerinde felaket gibi hissetiğim, altından kalkmasını hala öğrenemedim o büyük gün. Benim için yıl 364 gün...


3.04.2015

İçten gelen-31

Uzun saçlarımı salmış yürüyordum karanlığı aydınlatan ay ışığı altında. Çok sessiz bir sokak, çok sessiz bir esinti. Sadece kendi ayak seslerimi duyabildiğim, ki o da düzensiz. Hafif ıslak yollarda ,1980 lerin gece bekçileri gibi volta atıyordum önüme çıkabilecek her türlü tehlikeye göğsümü siper etmiş bir durumda. Hani ne gelirse senden gelsin dersiniz ya en sevdiğiniz insanlara. İçten. Hani inanarak. O şekilde rahat yürüyordum gecenin 3 ünde. Bekçi gibi. Ay ışığının şöyle böyle aydınlatabildiği, kırmızısının daha çok siyah gibi gözüktüğü binaların arasında yürüyordum o gece. O gece her zamanki ben değildim. Yarın yapabileceğim hiçbir şey yokmuş gibi geleceğime yürüyordum. Emin ve yavaş adımlarda. Yarın hayatımın ilk günüymüş gibi yürümeye çalışıyordum öyle olmadığını bildiğim halde. Sarsıntıya yakılan bir ağıt gibiydi o gece kaldırımlarda ki ayak seslerim. Biraz ıslak olan o kaldırımlarda attığım her adım; mükemmel bir şarkıyı harcamanın en iyi yoluydu o gece. Yarın yapabileceğin hiçbir şeyin olmadığı bir gecede; hafif ıslak, karanlıktan dolayı kırmızısını siyaha benzettiğin binaların olduğu bir sokakta, sadece sarı ışık altından geçerken görebildiğin, her kapı eşiğinin oradan biri çıkabilir mi korkusunu yaşamadığın, artık şu köşeden dönsem eve gidişi 5 dakika daha kısaltabilir miyim diye sormadığım o gecede...
O gecede yürüyordum. Sadece kendime yürüyordum. Tüm geçmişimi geride bırakmış bir şekilde, kuş gibi hafif, rüzgar gibi özgür yürüyordum o gece.
Aldığım her nefesi ciğerlerimin her bronşunda hissediyor, attığım tüm adımları beynimin  her nöronunda algılıyordum o gece. 
Ben o ilk adımımı 10. ayımda değilde şimdi atıyormuşum. O gece. Sabahın 3 ünde. Güneşin doğmasına az bir zaman kalmışken. Daha doğrusu gecenin yeniden gelmesine çok uzun bir zaman dilimi varken yürüyordum o gece.
Kafamın içinde kısık sesle çalan o şarkılar eşliğinde yürüyordum ben. O gece. Bilmem kaçıncı şarkının bilmem kaçıncı nakaratında yürüyordum.
Antonia Banderas'tan Desperado çalarken kafamın içinde sürüklüyordum bacaklarımı dikine kaldırımların.
Ben senini gibi her gece yürüdüğümü düşünmeyip, gerçekten yürüdüğümü anladım o gece.
Bencilce gelecek ama ben yürüyordum sadece o gece. Geri kalan her kesin süründüğü o gece, ben sana doğru yürüyordum o gece. 

2.04.2015

İçten Gelen-30

Sadece acelesi olanlar geride bir şey bırakır.

Kimsenin yüzünü bile seçemediğim kadar karanlık, ufak bir ışık süzmesinin  içeriye girebildiği ki o da kapının altı olsa gerek, nemden nefes alamayacağın kadar havasız, ter kokusunun yüzünden, üstüne geçirmiş olduğun tshirtü gözlerine kadar çekip kendi tenini koklamaya çalışmak. Kulaklarımda yıllar önce Edebiyat öğretmenin Suzan hanımın söylediği o laf. 'Eğer ileriye doğru gidemiyorsan, sonunda geri gidersin ve tökezlenip kendi pisliğine düşersin'.
Neredeydim ben. Daha da önemlisi neden ben. Evet lanet olası Suzan öğretmen. Evet.
Sanırım düşmüştüm. Neden ve nerede olduğum sorularına, bu lanet, havasız, leş kokulu odada kimsenin cevap verebileceğini düşünmüyordum. Dışarıdan kulağıma gelen sesleri iyice dinlemeye çalıştım önce. Bir kaç kırılan bardak sesi, biraz müzik, bir kaç iyi adam oturmuş 'sıra sende hadisene be oğlum' homurtuları, 'nerede kaldı benim içkim seni adi pislik', bağırtısı. İçeride; -böğrüne pis burunla yemiş olduğu tekmenin acısı olsa gerek- inlemeler, ağlamalar, yalvarmalar...
Bende ise; ellerimle kendimi yoklama, beynimde kopan nasıl buradan çıkarım ve bu insanlar benden ne istiyor sorusuna verilebilecek milyonlarca cevap.
O kadar çok cevap bulabiliyordum ki, bir ara, böyle bir yere gelmesi gerekenlerin başında her halde ilk sırada ben varımdır diye gülümsediğimi fark ettim.
Kendime biraz zaman tanımam gerektiği ve yanımda kimlerin olduğunu anlamalıyım hissiyatı ise; zaman makinesini icat edip  geleceğe göz atmak isterken, kendi cenazesine görmüş bir salağın, beyninin her bir kıvrımına yerleşen, bulanık anılar silsilesinden başka bir şey değildi.
Burada kendimi bırakmak... Ağlamaya başlamamak için güzel şeyleri düşünmem gerektiğinin farkında olduğumda ise; gözlerimden akan yaşların tuzundan irkilmiş, ayağa kalkmıştım bile.
Görmeyen gözlerimi çıkartıp cebime koymuş, her şeyi algılamama doğduğum günden beri yardımcı olan ellerimi projektör misali kitlemiştim ufak ışık süzmesine. Ucuz bütçeli olmayan amerikan yapımı zombi dizilerinde ki en baba karakter olmaya ramak kalmıştı. Ellerim yere paralel , vücudum ve kafam geride, bazen takılıp sendeleyerek bazense birilerinin eline ya da beline basarak.
Tek amaç o kapıya gidip koca bir HEYYY diye bağırmak ve var gücümle tekme yumruk, rast gele vurarak kapıyı dövmekti.
Bu halimle olsa olsa smackdown gösterilerinde ki gibi, görsel zevki yüksek fakat yalan darbeler içerir diyebilirsiniz. Ve fakat unutmayın ki, içeride ki ışık sadece ve sadece hadi buraya doğru gel, kapı burada diyebilen bir ışıktı.
Kapıya vardığımda, koca bir nefes aldıktan sonra ilk girişimimde bulunmak için; sağ ayağımı bir adım geriye attıktan sonra solun tabanını kapıya doğru kaldırmak oldu. Bu esnada ellerimle kapının bittiği yerde ki soğuk duvarlara ulaşmış, kendimce oradan güç alcağımı düşünmüştüm. Karanlıkta gerilip hadi bismillah deyip, uçan tekme çıkarabileceğimi düşünmediğim için- ki zaten ben bunu ilk okul 3. sınıfta denemiş ve çok sağlam dayak yemiştim, fakat bununla hiçbir zaman övünmemişimdir- en iyisi kendimi sağlama almaktı.
Artık beynen hazır olmanın vermiş olduğu güç ile kapıya okkalı bir tekme geçirdim ve arkadan gelen sesleri dinlemeye koyuldum.
Duyabildiğim tek ses; sıg sauer p226 nın çıkarmış olduğu tiz bir sesten başka bir şey değildi. Sonrasını zaten hatırlamıyorum.
Göz açıp kapayıncaya kadar çabuk olmuştu. Kulaklarımda Mehmet Güreli'den Yalan, gözlerimde batan bir günün ardında bıraktığı turunca hava süzmesi. Hayat bana doğru akıyordu. Turuncu bir kanyonun derinliklerinde esen, özgür bir rüzgar olmaktı hayat sadece.