26.08.2011

Keşfetmeye Değer mi?-5

Ne istiyorsan yaparım dememek için her dakikayı gözden geçirmekte tabi ki de geçikmiştim. Biliyordu ve istiyordu.

-Neymiş o beş harften oluşan ve benden isteyeceğin şey?
Göz göze bakışmamız sanırım üç ila beş yüz yıl kadar sürdü ki, ben geçmişte bir yerlerde yapmış olduğum hatanın ne olduğunu düşünürken, bana
-‘Burada mısın’? , Diye sorduğun da annemim göğüslerinden hala süt içtiğim günlerde gezinmekteydim. O kadar geçmişe gitmiştim ki, benim bu iğrenç yaratıkla nasıl bir ilişkimin olduğunu anlayabilmem için anlatamam.
Stabil bir hızla, nevrotik bir şekilde araba kullanırken, birden bire arabanın artık çalışmadığını ve ağır ağır yavaşladığını anca parmaklarını şaklattığında fark edebildim.
-Merak etme, tüm dikkatini bu konuşmaya verebilmen için ben durduruyorum arabayı...

-Benden ne istiyorsun?, diye bağırmaya başladığımda, çıkardığım ses canını sıkmış olucak ki, elini yüzümün etrafında okuspokus yapar gibi gezdirdi. Ben hala bağırdığımdan eminim, ama kendimi duyamadığımın da bilinciyle artık çenemi kapatmıştım. Sadece onun gözlerinin içine bakmaktan başka hiçbirşey gelmiyordu elimden, yol kenarında beklemekte olan aracın içinde. Bana bir şeyler söylemek-benden bir şeyler istemek- üzere olduğu her halinden belli olan yaratık sonunda dayanamayıp baklayı ağzından çıkartan küçük çocuklar gibi, ruhun diye bağırdı gözlerimin içine bakarak.

- Ruhum?
-Evet, bana ruhunu vereceksin.
- Ama neden, ben sana ne yaptım? Derken sadece ağlıyordum.
- Uzun zaman önceydi dedi yaratık.
-Ne?

Acaba neydi uzun zaman önce olan ve beni, ona borçlu kıldığını düşündüren olaylar dizi demeden de alamdım kendimi. Ne yapmıştım, nasıl yapmıştım bilmiyorum ama bu yaşta bir insan nasıl olur da bir yaratığa ruhunun sözünü verebilirdi. Aklım durmuş, hiç bir şey düşünemiyordum. Çok hızlı bir beyin fırtınası yaşamaya başladım. Zihnimde açılan her kapıdan hızlı bir şekilde girip çıkıyordum. Hatırlamaya ve bir çözüm yolu bulmaya çalışıyordum. O kadar çaresizce düşünüyordum ki kesinlikle mimiklerimden bir şeyleri anlamaya çalıştığımın farkındaydı. Kendimi tutamayıp direksiyona bu da değil diye vurmaya başladığım anlarda yüzünde ki sırıtma tavan yapmıştı. Bana yardımcı olmak yerine beni izlemek daha keyifliydi kesinlikle.

Beni keşfetmeye çalışıyordu, bütün benliğimi, zihnimin her kıvrımın.
Yardım etmeyecekti uzunca bir süre daha belliydi, benim bulmamı ve bulurken de ne kadar terlediğimi görmek istiyordu. Tahtaya kaldırılmış bir öğrencinin, matematik problemini çözemezken ne kadar komik bir durum içerisinde göründüğünü izlemekten keyif alan bir öğretmen gibi bekliyordu sadece yanımda.

24.08.2011

Dünyamdan, dünyanıza...

Bu blogta yazdıklarım 2-3 saniye içerisinde kendisini imha etmedikleri ve tarihe her daim üstü kapalı imamış gibi geçtiği için bu açıklamayı yapmayı bir borç bildim.

Burada yazılanlar tamamen ama tamamen Cem CENGİZ 'in kocaman hayal dünyasının ufak uydurmalarıdır.
Burada yazdıklarımın- eğer benim hakkımda ki küçük hikayeler değillerse- tamamı benim güneş görmeyen yerlerimin uydurmasıdır. Hele ki, kişi ya da kurumlar söz konusu ise kesinlikle inanmayınız. Hikayeler dizisinden oluşmaları için de kesinlikle oturup kafa yorulmadan yazılan şeylerdir.

Her nerede yaşanılıyor ve yaşatılıyorsa Türkiye : buradakiler uydurmadır. Sabah aklıma geldiğinde, uydurarak, biraz da fazla abartarak yazdığım bu yazı dizisinden oluşan küçük denemeler, kimseye pay çıkarılarak yazılmamaktadır. Günlük hayatta yaşınılan şeyleri burada paylaşmamaktayım. Türkiye, bunların hepsi uydurma...

Kadın, Erkek...

İlk defa tartışmamışlarda uzun sayılabilcek ilişkilerinde. Yorulmuşlardı belliydi, birbirlerini itiraf edemedikleri bu uzun ilişkide. Birbirlerinin arkadaşlarına,birbirleri hakkında atıp tutuyorlardı, ağırlıklı olarakta kadın çok fazla pişmanlık duyduğundan bahseder olmuştu. erkek ise daha ziyade samimi olduğunu düşündüğü arkadaşıyla paylaşıyordu kadının onu anlamadığını.kurtarabileceğini düşünerek anlatıyordu arkadaşına. belki de kurtarmak istemiyordu, kurtulmak istiyordu, en son ki telefon kavgasının akabinde. arkadaşı elinden geldiğince alttan alsa da, kadının arkadaşı, ağzına gelen her şeyi kendi doğruları gibi lanse edip şişiriyordu kadını. kadın da alevlenmeye meyilliydi nedense. delicesine.

Şimdi kapıdan girse dedi birden erkek, alır karşıma anlatırım olamayacağını, birbirlerinin ruh eşinin olmadığını.

Şimdi beni arasa dedi kadın, telefonu açmam,açsam da olmayacağını, hayatımda daha fazla sana yer ayıramayacağımı söylerim dedi, arkadaşına.

Uzun bir zaman dilimi geçmeden erkeği merak etmeye başladı kadın.

Çıkıp gidip görmeliydi. neredeydi, kiminle neler konuşuyordu, herkese bittiğini mi söylüyordu, yoksa bitmediğini mi!

Dayanamadı daha fazla, yanında onu şişirmeye çalışan sıradan bir kız arkadaşına, hafifte olsa sesini yükselterek karşılık verebildikten sonra, yakın olan erkeğin evine gitmek üzre fortmantodan aldığı siyah deri çeketini giydi, siyah ama ince olan bir kumaş parçasını atkıya benzeterek doladı boynuna. Ayağına siyah converslerini giydi ama, o kadar hızlı davranıyordu ki bağcıkları bağlamayı unuttuğunu erkeğin kapısını çaldığında fark edebildi anca.

Kapıdan çıkmadan son bir kez girişteki ayna da saçını başını düzelten kadın, kot pantolan giydiğine özellikle siyah deri ceketin altına mavi kot pantalonunu giydiğine pek bir memnun olmuştu. sanki ona ne kadar güzel olduğunu göstermek ister gibi bir duygunun içine girmişti istemeden de olsa.

Evden çıktığında boynunu sardığına sevindi sert esen gece rüzgarını yüzünün her kıvrımında hissettiğine de kadın. ellerini çeketinin cebine koydu. yine de ısınamadığını fark etmesi on saniyesini bile almamıştı ki, ellerini ordan çıkartıp erkeklerin yaptığı gibi kotunun cebine koydu. daha sonra lanet etti kadın kotlarının cebinin kısa olmasına. kendi kendine söylendi, bu kotları yaparken bizim ceblerine sadece bozuk paradan başka şeyler koyabileceğimizi neden düşünmüyorlar diye.

Biran unutmuştu soğunun etkisiyle, erkeğin onu nasıl karşılayacağını, ona ne diyeceğini, kapıda ona sarılacak mıydı yoksa kapıyı açıp içeriye gir der gibi arkasını dönüp, iki kişilik kanepede onun gelmesini mi bekleyecekti erkek.

Telaşlandı birden kadın. neden giden o oluyordu ki? asıl o, gelmeliydi.

Evde ona doğru gelmekte olan kadının ayak seslerini dahi duymayan erkek-evler bir birini çok yakındı ve sokaklar bomboştu- kendini farkında olmadan mutfakta buzdolabının kapağını açarken gördü. elini dolapta duran bir şişe efes e uzatan erkek bir yandan da açacak aramakla meşguldu.

Oda da onu bekleyen arkadaşına açacak nerde diye bağırırken çaldı, kulağı tırmalayan zil sesi.

O anda anladı erkek içene doğan huzursuzlukla, kapıda zile ısrarla basan kişi kesinlikle bir tantunici, pizzacı ya da karşı komşu değildi.

Gelen kesinlikle kadın olmalıydı. kavga etmeye, bağırmaya, çağırmaya , içini anlamsız kelimeler dizisinden oluşan, manyakça cümleler eşliğinde dökmeye gelmişti kadın.

Korkarak kapıya yönelde erkek. görmek istediği en son kişi kadındı. duymak istediği tek ses karşı komşunun şeker, kahve ,tuz gibi şeylerden oluşan bir istek cümlesinden oluşan tatlı bir iyi akşamlar sonrasında, kurulan bir cümleydi sadece.

Kim o dedi erkek, sessiz tiz bir sesle, korkarak.

Benim dedi kadın kendinden emin, haklı olduğunu düşünerek.

Erkeğin arkadaşı kalktı iki kişilik koltuktan, odasına geçmek adına arkasına bakmadan.

Kapıyı actı ve merdivenlerden gelen ayak seslerini dinledi erkek. her adım biraz daha daraltıyordu içini, daha bir kararıyordu dünya.

Halbu ki böyle hissetmemesi gerekiyordu erkeğin, mutlu olmalıydı kadını göreceği için.

Neden geldi ki kadın dedii, hemen kendine erkek.

Erkeği gören kadın, neden geldim ki dedi kendine.

Dönmek istedi kadın erkeği görünce merdivenlerden son turu tam dönmeden.

Dönmesini istedi erek, kadının merdivenlerden son turu dönmesinden önce.

Merhaba dedi erkek, kapıyı açmadan önce kim o dediği cılız sesiyle.

Merhaba dedi kadın, gelmek istemediğini, gelmesinin tamamen yanlış olduğunu düşünen bir ses ile.

Olan olmuştu. girmişti kadın içeri, erkek kapıdan almıştı kızın ayakkabılarını.

Odaya girdiğinde kadın ayaktaydı, oturmamıştı iki kişilik oda da ki tek kanepeye. Camın karşısında sırtı odaya dönük bir şekilde duruyordu kadın.

Erkek, kadını camın önünde görünce gülümsedi biran. Ama komik geldiği için, mutlu olduğundan değil.

Kadının elinde sadece bir kadeh viski eksik diye düşündü birden erkek.

Erkek, hoş geldin dedi yine aynı cılız ve güçsüz düşünülebilecek ses tonuyla.

Kadın, kararlı bir ses tonuyla kavga etmek için geldiğini belli edercesine, hızlı bir dönüş yaparak erkeğin suratına, gözlerine nişan alarak hoş bul-duk, dedi. üstüne bastırırcasını bir daha tekrar etti. hoş-bul-duk.

Erkek, oturdu kolduğa-çift kişilik kanepe- ve kıza da oturmasını ima etti başını hafif sağa doğru eğerek.

Kadın, böyle iyi dedi. tartışmada ezmek isteyen taraf olduğunu belli ederek.

Neden dedi kadın, neden beni anlamamak için ısrar ediyorsun?

Nasıl yani dedi erkek. nasıl anlamamak, neyi anlamamak?

Kadın, bizim farklı insanlar olduğumuzu?

Neden konuya böyle girmişti diye düşündü erkek.

Ne demek istiyorsun? Konumuz bu mu dedi, erkek.

Evet dedi kadın, ilişkimizin başında beri konu da problem de bu dedi kadın, kendinden emin bir ses tonuyla.

Peki bunu ne zamandır düşünüyorsun? dedi erkek.

Seninle ilk seviştiğimiz geceden beri, elimi tutup caddelerde salak salak dolaştığımız ilk andan beri, ilk çay içtiğimiz, ilk birayı içip sarhoş olduğun, yanımdayken ilk gördüğün kıza baktığın...

Bir dakika bir dakika dedi erkek. Sen neyden bahsediyorsun ne kızı ne bakması. sen...

Evet evet hadi inkar et dedi kadın birden bire bağırarak.

Şaşırmıştı erkek. Kimseye bakmadığından emindi, bu bir suçlamaydı, bu işleri daha kolay üstüne yıkmak için kızın düşündüğü bir suçlamaydı belli ki. Ama izin veremezdi erkek. kabul edemezdi. bu kadar da saçma olmamalıydı ayrılmak istemesinin sebebi. bu kadar da yalan olmamalıydı.

Devam edemedi kadın. erkeğin suratında ki hayal kırıklığını gördükten sonra, bıraktı konuşmayı, sarılmak istedi ağır ağır suçlarken, öpmek istedi dudaklarından saatlerce.

Erkek biran önce bitirsede siktirip gitse dedi içinden. Korkmuyordu artık. suçlamalar yalandı. Kız onu hiç sevmemişti, değer vermemişti. Eğer, eğer sevseydi, biraz da olsa değer verseydi sadece onun yanında değil, her hangi biran bile başkasına bakmadığını bilebilirdi.

Masa da ki boş pepsi kutusuna bakıp, onu ayağının altında ezip daha sonra onunla yürüdüğü günler aklına geldi erkeğin birden. Çok küçüktü, sokakta kısa shortlar ile bütün gün lek oynadığı günlerdi. Misket ya da çelik çomak günleri de olabilirdi.

Kadın ağlamaya başlamıştı birden bire.

Erkek sesi duyunca alevli giden bir suçlamanın ortasında olduğunu anladı, elinde ki açılmamış şişe birasıyla.

İrkildi erkek, kendine gelebilmek adına.

Nereye bağlayacaktı kız bu ağlamasını.Hep ağlardı ve her seferinde göz yaşlarından oluşan o sandala binerdi kız. Erkekte koca korsan gemisinin siyah bayraklarını indirip, kızın çekmiş olduğu beyaz bayraklara karşı, beyaz bayraklarını çekerdi.

Farkında bile olmadan.

Kadın, seni seviyorum dedi.

Erkek, arkasında ki duvara baktı birden. Nedense anlamamıştı hiç birşey.

Erkek yoruldum ben dedi.Televizyonda power türk dönerken, sessiz sedasız. Arka fonda tanımadığı bir kadının cırtlak olabileceği bir ses eşliğinde iğrenç bir şarkı çalınıyordu kesin.

Eli kumandaya gider gibi oldu, kadın erkeğe sarılırken erkeğin.Duymak istedi birden cırtlak bile olsa o sesi. Daha kötü bir ses olmazdı. ağlayan kadın sesinden, nasılsa diye düşündü erkek.

Erkek, dayanamadı daha fazla ve itti kadını üzerinden. gitmelisin dedi. ağzına kadar dolu olan sigara paketinin bir tanesini çıkarmaya çalışırken.

Kadın anladı gitmesi gerektiğini o an. gözyaşlarının bir işe artık yaramadığını anladığı gibi.

Kadın yöneldi kapıya, ayakkabılarını bu sefer bağlamayı unutmaması gerektiğinin bilincinde.

Erkek, bakmıyordu bile arkasından hala televizyonda dönen klibi anlamaya çalışırken.

Kadın açtı kapıyı ardına kadar. Oyalanıyordu bariz kapının önünde, gelip gitme demesi için.

Erkek bitirmişti artık herşeyi, daha kadın kapıdan çıkmadan kafasında.

Pover türk de birden Orhan GENCEBAY çalmaya başladı-Ali LİDAR'a- sevgilerle....









19.08.2011

Parabellum


Uyandığımda sadece koşturuyordum, nefesim tükenmek üzereydi. yorulmuştum ne kadar koşturduğuma dair en ufak bir fikrim bile yoktu.

Neredeydim, bilmiyordum. Sadece ama sadece koşturuyordum, arkamdan gelen seslere aldırmadan. bağırışmalar beni hiç rahatsız etmiyormuş gibi koşturuyordum. belliydi, birileri beni delicesine kovalıyordu.benden, onlara ait olduklarını düşündükleri birşeyi almak için koşturuyor gibilerdi ardım sıra.

Bir kedinin fareyi kovaladığı gibi, büyük balığın küçük balığı kovaladığı gibi, çölde su bulmaya çalışan bir bedevinin serap görüp, nehri kovaladığı gibi, adım adım.

Elimde bir parabellum-1898 yılına ait- vardı. siyah, en afillisi sayabileceğime inandığım. en hızlı, yakalanınca kafama ya da kafalarına sıkabileceğim bir parabellum. çok hızlı koşuyordum.ilk köşeden dönebileceğim tek sokak olan, karanlıktan göz gözü göstermeyen dar ve pis kokulu yola girdim. nefes nefese koşturuyordum. yakalanmamak için. beni öldürmemeleri için.

Neden kaçtığımı bilmeden, neden bir silaha sahip olduğuma dair en ufak bir fikre sahip olmadan dalmıştım sokağa. en az 3, hayır hayır 5 kişiydiler.bu kadar kala



balıklarsa bende onlara ait birşey gerçekten vardı. bir ara elimde ki silah mı dedim nefes nefese koşarken, atayım dedim. ama olmaz, kesin beni yakaladıktan sonra bu kadar koşuşturma üzerine ilk önce döverler, söve söve, sonra öldürürler. en acımasızından hemde. kaçmalıydım, daha hızlı koşmalıydım hemde. kesinlikle yakalanmamak için elimden geleni yapmalıydım. korkuyordum, altıma sıçmıştım bile.

7.08.2011

Boktan Püsürden

Çok küçüktüm ben ama yinede dün gibi hatırlıyorum. İlk okulumun, o zaman ilk okuldu çünkü. daha ilköğretim çağına geçmemiştik-ben ilk okul 5. sınıftayken ilköğretim çağına geçtik ve aynı okulda böylelikle orta okuluda okudum-. güzel bir havaydı.üstümdeki kıyafet kısa kollu bir tşhort'den oluştuğu için biliyorum havanın güzel olduğunu. hatta üstümde ki t-short kırmızıydı. ilginç ama o yıllara gittiğimde hatırladığım tek t-şhort um nedense kırmızı üstene siyah kalın çizgiler olandan başkası değil nedense. zaten ben küçüklüğümden beri freddy krueger'ı oldum olası sevmişimdir. yıllar sonra elm sokağı kabusunu izlerken johnny depp'i de görünce çok şaşırmıştım da neyse. küçük johnny, nerden nereye gelmişsin demeden de alamadım kendimi.

Cumhuriyet ilköğretim okulunda okuduğum ilk okul yıllarından kalma bir futbol çılğınlığım vardır benim, lakin okulla alakası olduğunu sanmamaktayım. yine okuldan çıktıktan sonra eve gelip kırmızı t-şhort umu giyip koşturarak okul kapısından girmiştim içeriye. deli gibi futbol oynamak ve artislik goller atıp tribünü çoşturmak amacıyla takımı kurmuştum. ben hep takım kurardım küçüklüğümden beri. yıllar geçtikçe anladım ki bu iş hep bana kalıcak ve herkes benim takımımdan olmak isteyecek. şaka değil iyi top oynardım. sanırım o yüzden. ha bir de yakışıklıydım o yıllarda.

Yine takımı kurma görevini başarıyla tamamladığım bir yaz günü, deliler gibi top oynamaya başlamıştık. skor kesin bizim galibiyetimizle gidiyor olmalı. benim kurduğum takım pek yenilmezdi. en azından ben hatırlamıyorum.o yüzden önde olan takım benim takımımmış gibi anlatmalıyım sanırım.

Okulun ön bahçesinin olması dışında bir de arka tarafında kocaman bir sahası daha vardı. Ali Samiyen stadyumu kadardı sanırım. ya da ben çoçuk aklımda, sahanın o kadar heybetli olduğunu düşünüyor olabilirim. ama hala çoçuk aklına sahip olmalıyım ki hatırlarken gülümsüyor, evet evet çok büyüktü diyorum.

Maçın ortalarında birden yaşadığım karın ağrısını dün gibi hissediyorum, ki bence bu ağrı ve utanç duygusundan unutamadığım bir hikaye de olabilir. ağırlıklı olarak utanç. evet evet kesinlikle utanç benim bu yaşadığım.

Çok fazla koşup pas atmak yerine insanları çalımlayıp,tekrar çalımlayıp,tekrar çalımlamayı seven ben, yine aynı bana göre meşakatsiz, başkalarına göre yetenek sayılabilecek çalımlarımı atmaya başlamışken hemde delicesine, hissettiğim ağrının artmasıyla daha fazla sürdüremeyeceğimi anladığım maçı yarım bırakmak için ve bu düşüncemi çoluk çoçuk bozmaları olarak nitelendirebileceğim o topluluğa anlatabilmek için işaret ve serçe parmağımı dudaklarımın arasına alarak var gücümle üflemeye ve o topluluğun- dünya üzerinde olan en zararsız topluluklarından sayılabilecek çoçuk kabilesi- dikkatini çekmeye çalıştım.

Başardım sanırım.

Evet evet başardım.

Herkes topun peşinde anlamsızca koşup pas atmaya çalışırken ya da topu kapmaya, artık dünya üzerinde ki tüm işlerini-top oynamak-bırakmışlar ve takımı kuran bu yakışıklı fırlamanın neden bu kadar gürültülü bir ses çıkartarak onları bu meşakatli-benim için keyifli- işten uzaklaştırdığımı merak ediyorlardı.

-Bırakmalıyız, çünkü ben daha fazla devam edemiyeceğim...

-Ama neden diye devam eden ve ben demir parmaklıklardan atlayıp koşmaya başladığım ana kadar devam eden haykırışlar, gözden kabolana kadar devam etti.

Demir parmaklıklar yan tarafta ki okul komşumuz olan, şimdiki ssk hastanesinin beyaz olan demir parmaklıkları. şuan da düşününce o parmaklıklardan atlayışım gerçekten sükse getirebilecek kadar artistikti-özelikle çoçuk olduğumu düşünürsek-.Çünkü demir parmaklıkları bir kız gibi tırmanmazdım hiç bir zaman. Belime kadar duvar olan ve üstünde yaklaşık iki metre demir parmaklık bulunan yerden, hastanenin bahçesine atlayıp oradan da yola bakan hastanenin diğer demir parmaklıklarından yine aynı atletik figürlerimi kullanarak atlardım hep. kısa yol her zaman makbuldür.bilirsin.

Ben o belime kadar duvar olan ve üstü beyaz demir parmaklıklardan oluşan engeli, duvarın üzerindeyken hafif sıçrayarak, göğe doğru olan bitim noktasından tutup, kendimi biraz yukarı çekip, belime kadar diğer tarafa sallanıp, elimi diğer tarafın en altına doğru uzatıp-duvara yakın olan kısım bu kez, yere yani-diğer tarafa havada salto yapar gibi atlardım. Yani bir aksiyon filmi düşün ve baş karakterin koşarak kaçtığını. ama çıkmaz sayılabilecek bir sokağa farkında olmadan girdiğini. sokağın sonunda tel örgülerden oluşan bir kapı var ve iki hamlede kapını üstüne kadar çıkıp kendini diğer tarafa hemen attığını.

Ve sonunda yoldan eve doğru büyük bir karın ağrısıyla var gücümle koşturmaya başladım. aynı zamanda da bu ağrının neden o küçük bünyede başladığını anlamakta, sanki kaçınılmaz sonu her geçen saniye yaklaştırmaktaydı.

Her geçen saniye daha hızlı koşmam gerektiğini kendime söylerken, daha fazla yavaşlamakta olduğumun farkına nedense evin yanında ki güzel apartmanın önünde anlamıştım. kapısında o zamana kadar hemen hemen her gün gördüğüm, yaşıtım olduğunu bildiğim o kızın oturması da cabası sanırım.

Eve kalan son iki köşede-okul ile evin arası tam olarak dört keöşeden ibaret- artık dayanamayacağımı düşünmek aklımı kemirmeye başlamıştı, kendimi inanılmaz derecede rahatsız hissetmiştim,yorulmuştum o kadar hızlı koşmaktan, sannırım artık tahammül edemiyordum, kesinlikle bir an önce bu ağrıdan kurtulmak adına eve girmeliydim ve gerekli mercilere başvurmalıydım.

Son iki köşe için şimdi sorsan...

Hayatında ki en uzun zaman dilimi hangi tarihlere ait?

Evet cevabı sende biliyorsun özellikle de bu hikayeyi okuyorsan ya da dinliyorsan. İki köşe arasında ki mesafe derim.

Son anlarındaydım artık. ya tamam ya devam demeye o kadar çok yaklaşmıştım ki demir kapılı kırmızı evin bahçesinden içeri girmeye, kapıyı delicesine çalmaya, anne ne olur beni içeri al, hemen şu lanet olası siktiminin iğrenç yeşilimse çürük kapısını aç yoksa kapının önüne sıçacağım ve sen bu boku temizleyeceksin demeye.

Olamadı yetişemedim. bu saydıklarımın hiçbirisini yapamadım. kapıyı çalamadım, bağıramadım, tekmeleyemedim, yırtamadım dudaklarımı, avazım çıktığı kadar ses tellerimi zedeleyebileceğim bir desibele çıkamadım.

Daha evin demir kapısını yetişememiştim ben. Yan tarafta ki evin kapısının önünde oturan, şuan sorsan kim diye hatırlayamayacağım ama büyük ihtimalle bokumdan beni tanıyabileceğine inandığım o komşu kızının kapısının önünde dayanamadım ben. kısa şortumun paçasından bıraktım o an dünyanın ne kadar hızlı döndüğünün bir kanıtı olan bokumu.

Bakışları hala gözümün önünde olan küçük kız çoçuğunun o anlatılamayan ifadesi hatırlattı bana bir kez daha bu boktan hikayeyi.

Sıçmak için bile, tuvalete yetişemeden koşturan ben, o gün de şimdi olduğu gibi koşturuyorum hayatta. belki yalnız, belki de değil.

6.08.2011

Yazı-D.T'a Hitaben -

yazmak için-her hangi bir harf bile- boş zamandan ziyade konuya, ortama-loş ışıktan oluşan bir ortam değil tabi ki de-, boş kafaya ihtiyaç olduğunu düşünürseniz aldanmış olmazsınız kesinlikl

Yorgun olmamak gerekiyor birde.okumak gerekiyor,bilmek gerekiyor kesinlikle.yürümek-yalnız- hissetmek-birlikte-, koşmak gerekiyor hemde çok hızlı bir şekilde.arkanı dayamak gerekiyor belkide, iki kişilik pis bir koltukta, boş bir salonda, koli kokusu olması gerekiyor belkide. yerde bir kaç tane minder olması gerekiyor belkide.

belki de bu minderler pis bir kilimin üzerinde kirlenmesinler diye yere konmamış ve pis olan kilim sayesinde minderlerin kirlenmediğini düşünmesi gerekiyor ev arkadaşının. belki de salonun ortasında bir tabure ve üzerinde osman-kaktüs- olması gerekiyor. oturduğun o pis ama iki kişişlik pis olan koltuğun arkasında iki tane hole serilmeyi bekleyen yeterince pis olan halı olması gerekiyor. en ince ve uzunundan olan hol halıları.

puzzel ını belki de perdelerle dolu olan bir kolinin üzerine koyman gerekebilir.yazmak için.televizyonu da yere.üstünde internet ışıklarının karmaşık bir şekilde yanıp sönen modemin olması da cabası olmalı her halde.dijitürk çanağının olması ki belki de salonda olması gerekiyor ama televizyon yanında duvara rastlanmış bir şekilde. belki de kavga etmiş olmalısın telefonda ya da tartışmış işte. anlamaya ve anlatmaya çalışmak her ayrıntısını yaşananların. belki anlamamak gerekiyor yazabilmek için.ya da anlatamamak. belki yolda eve doğru yürürken selam vermemek için kafanı çevirmek gerekiyor birilerine.belki yerle bir olmak... ABD bombardımanından çıkmış bir IRAK gibi hissetmek gerekiyor yazmak için. karşı apartmanda tavla oynayan bir kızın gülüşünü duyup ''ya ağzınızla oynamasanıza a.q'um oyununu'' demek gerekiyor yazmak için gecenin her hangi bir saatinde. belki de müdürünün işten atılması, evi temizlemek için annenin gelmek istemesi belki de daha fazlası gerekiyor yazmak için.

televizyonda ki doktorlar dizisini bu saatte Show da yayınlayan zihniyete küfretmek delicesine belki de yazmak isteğini tetikleyen bir durumdur.belki de duvara dayalı 4 ayağı da kırık olan bir sehpaya sahip olmak bu isteği hareketlendiren. belki de karyolanı merdivenlerden çıkaramayıp merdiven altına dayamak bu isteği hareketlendiren, belki de yatağının artık karyolasız kalıp tam anlamıyla bir yer yatağı olması.

Ya da yarın sabah erkenden kalkıp son bir toplantı yapacağını düşünmek, yazmaya sebep oluyor olabilir yılların müdürüyle.belki de dış kapıdan çıktığında otamatın sana yakın olan lanbasının patlamış olmasından dolayı anahtar deliğini görememek yazma isteğini arttırabilir.

Doğalgazın olmaması ve bu sıcak havada terleyip doya doya evinde duşa girememek belki de yaz dedirtiyordur beynine.

Belki de burda yazdıklarımı okuyan birisinin neden benimle paylaşmıyorsun demesi yazdırtıyordur insana.

Başka zaman- gün içinde- bu yazdıklarını hatırlayamamak yazdırtıyordur belki de insana.