3.12.2012

İçten Gelen-15


-Mındar ettin mına koduğumun balığını oğlum, alma dedikçe alıp öldürmekten keyf alan sen gibi göt daha da gelmez bu dünyaya haberin olsun. Yok tuzmuş, yok anbiyotikmiş ki o da aynı zamanda antifungalmış… mal mısın oğlum sen, para tuzağı bunlar bilmiyor musun?
-Ya bi git akşam akşam, sen n’anlarsın oğlum hayvan sevgisinden, besili panda seni.
-tabi tabi ben anlamam kesinlikle, oğlum ben senin gibi iki günde on balık öldürmedim ya henüz, anlamam ki anlatsan da anlamam.
-Ben n’payım oğlum, öldürmek için almıyoruz biz o balıkları, büyütmek ilk hedef. Sonra da üretim çiftliği kurup ücretsiz dağıtıcam memlekete.
- Ya bi git gerizekalı manda seni, iki günde on tane balık öldür sonrada otur karşımda üretim falan diye saçmala, sığır!
- Lan bak abartmaya başladın azına sıçarım senin, kendine gel, artık hakaret boyutuna vardırmaya başladın. Samimiyetimize güvenip salak saçma konuşuyorsun diye bu zamana kadar sesimi çıkarmadım ama ayıp oluyo. Mal mısın nesin, hayret bişey ya…
-N’oldu süt oğlan? Hemen de bozulurmuş, dost acı söyler oğlum yapamıyosun bari salak saçma hayaller peşinde koşma. yol yakındanken, yaşında başarısızlığı kaldırıyoken vazgeç.
-Lan sen ne yavşak  adammışsın bilader ya… hayırdır lan doğru söyle sıkıntın ne oğlum senin, balık malık bahane belli mına koyim!!
-harbi bi sıkıntım olduğumu belli ettim mi lan tosba?
-hayırdır oğlum, şimdi dalıcam haberin yok! Hayır sonra uyandığında şuan konuştuğun boşluk tamamen ödemden dolmuş, burun dediğin kısımdan kandan pıhlaşmış olucak. Anca ılık bir akıntı hissedeceksin haberin olsun. Tabi genzine dolan pis kan yüzünden kusma isteğinden benden sana koca bir hediye, hem de kapalı paket eşliğinde değil de alenen.
-hayırdır  erkeklik duyguların kabardı iyice!
- yok yok kabaran şey erkeklik duygularımın yanında solda sıfır, önümde donsuz geziyorsun da haberin yok.
-pisliğe bağladın iyice ve fakat şu konuştukların zerre sikimde değil haberin olsun. O balıkları da öldürme sıçmayım yumurta kafana. Ha bu arada yarın ilk iş onları aldığın yere iade et.
-o değil de bu gece n’yapsam diye düşünürken aklıma ne gelse beğenirsin?
- hayırdır lan?
-bi tepsi midye dolma alsak da evde onu patlatsak ya
- deme oğlum ya, canım çekti, bi tarafım şişecek şimdi, hadi lan yürü bi yerden bulalımda ziyefede girişelim.
-tamam hadi yürü…

İçten Gelen-14

Yorgunluğun vermiş olduğu enerji patlaması sonucunda uyuyamamıştım halbuki bu gece. Farklı olması gerekmez miydi uzun bir aradan sonra duyguların öne çıkışı derken,' körle gelen bir olur mu' diye bağırdım  önce sokağın kalabalık sessizliğine.

Karanlık ile aydınlık, gölge ile sıcak yer, diri ile ölü* nasıl ki bir olmazsa benim hayatımda, senin hayatında da bir olmalı dedim.
Nasıl yani senin benim diye ayırmalı mıyız? derken bile o da ayırdığımızın farkındaydı besbelli ki.
Neden ayırmayalım-ayrılmayalım- ki, sen benden o kadar farklısın ki sayemde almış olduğun nefese rağmen, ikimiz aynı bedenin farklı kişilikleri olmaktan nasıl vazgeçebiliriz. Bende bilmiyorum ama ben senden ayrılmak istemiyorum. Ama ben senden farklı olmayı kabul edebiliyorum, senin de bunu yapabileceğini biliyorum.
Sarı sokak lambasının altında başlayan tatlı bir arkadaşlık gibisi yoktur ama bilirsin...
Orada mısın?
Cevap vermem senin hayatında neden bu kadar önemli ki, zaten burada olduğumu ve istemesem de benimle yaşayacağını bilmiyor musun? Lütfen...
Hayır yeter, artık olması gereken bu değil, biliyorsun biraz, n'olur hatta biraz değil uzak dur, hatta yok yok komple çık git hayatımın karmaşasından... Lütfen...
Hayır, artık beni ruhumun acıtasyonuyla kandırmaya çalışmaktan vazgeçmelisin. Olmaz, artık sana izin vermem. İçimden, kanımın her damlasından yararlanmanı istemiyorum, daha fazla izin gösteremem, göstermem.

Tamam, tek bir soruma cevap ver o zaman. Lütfen!
Bu zamana kadar ben herşeyin güzel gittiğini düşünürken n'olduda bu şekilde farklı kutuplar olduk?
Artık sana inanmıyorum. Seninle yaşamam gerektiği gerçeğini kabullenmiyorum, kabullenemiyorum. Ve ayrıca artık seni duymak midemi bulandırıyor, ışıklar çok fazla renkli geliyor, telefon çok fazla çalıyor, kanalların sayısı çok fazla arttı, sigaraya zam geldi ki daha da önemlisi ben bugün Oğuz ATAY okudum...


26.11.2012

İçten Gelen-13

Geldim ben uzun zaman oldu, evet evet gayet uzun. ben bile hatırlayamazken senin, onun ya da her hangi birisinin hatırlamasını beklemediğim kadar uzun. gitmiştim. neden? ben bile bilmiyorum. test etmek değil, bir şeyleri anlatmaksa hiç değil ki anlatamam da ya da anlatırım da bu şekilde değil. belki o da olur bir gün. yazmam yani ya da yazdıklarımı yayınlamayaraktan bir takım ceza, yok yok o da değil... neyse ney aman be geldim yeniden. neden şimdi, ya da nasıl oldu. bilmiyorum işte ve uzatmıyorum sadece geldim  ben. değişen değişti gerisi benimdir...

27.08.2012

İçten Gelen 11


Işık patlamış, çıkan dalgalar içine çekmek için gel gel yaparken; açtım gözlerimi kapatmak için gün sayan ben, nasıl olurda buradan kalk oraya geçleri kabul eder oldum bilmiyorum. Feci bir gürültünün sessizliğinde kendime geldim uzun bir aradan sonra, yalnız ve ancak bir o kadar kalabalık bir caddede yürürken; arkamdan gelen ayak seslerinin ona ait olduğunu anlamamak imkansızdı sanki. Rüzgarda dalgalanan saçlarının seslerini duyabilmek adına o kadar nazik yürümeye çalışıyordum ki; neredeyse ayaklarımın değil de, parmaklarımın ucunda, balet hesabı dönüyormuşum zanneden şahsiyetim, ‘oha lan o kadar da kasma’ diye bağırdı avazı çıktığı kadar, lakin içinden hem de yüzüme yüzüme…
Esen rüzgarın ruhumu titretmesini engellemek için yaptığım en mantıklı şey;fermuarımı çekmek, beni hayata yeniden bağlayan bir bok değil de neydi bilemiyorum!  Yağmuru hiç hesaba katmış mıydım mı ki diye de sormuşsam kendime, yağmur yokken, varmış gibi davranmak acaba neyin nesiyse; benim umurumda olmadığı çokta açıktı be… son gördüğümden bu yana güçlenmiş olan hava şartları-yıllardır dışarı çıkmadığım aklıma geldi de, old boy hesabı- beni derinden sarsmış ve fakat çaktırmamak için insanların yüzüne çürümüş domates misali bakarken yakalanmıştım. Dudaklarını kasıp gözlerini kısan insanların yüzünde ki iğrendim bakışı, içime işlemiş gibi yapar arkalarından ‘hadi lan mal’ diye bağırırken, caddede arkamdan gelen ses ile yeniden bağlandım caddenin sessiz çığlıklarına… 

10.08.2012

İçten Gelen-10


Uzun zaman boyunca konuşulmaya, anlaşılmaya, anlaşmaya, anlatmaya çalışıldı. Anlamamak mümkün değil anla(ta)mamak varken dendi.  Her şeye rağmen anla(şıl)dığı düşünüldü ki anla(şıl)mıştı anla(ta)mamışken. Kolay olmayacağının bilincindeyken  kolaylaştırmak, kendini anla(ta)mamayı getirmişti anlattığını düşündüğü biranda. Geç olmamış erken de hiç değildi zaten anla(t)manın zorluğunda. Olsun de(n)di anla(t)mak için daha kaybedebilecek bir şey kal(ma)mışken, anlamaya giden ilk yolun anla(t)maktan geçtiğinin bilincinde. Anlıyorum de(n)di anladığını(n) farkına varmış gibi. Bir kenara bırakıldı sonra, anlaşılmıştı  birçok anlaşılmayan duygu seli. Sonra kenara bırakılan şey aslında bırakılmamış sadece ertelenmişti anlaşılır bir şekilde. Geçen her gün nasıl anlaşıldığı konusunda sorgu suale dahil olmasa da. Yapıla(nla)rın içinde kaybolmadığının bilince belki de beklen(me)meliydi  başka bir zaman, başka bir şehir, başka bir akıl, başka bir…

27.07.2012

LO-Lİ-TA

''Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum. Lo-Li-Ta; Dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamak bir yol alır, Üçüncüsünde gelir dişlere dayanır.Lo-Li-Ta'' VLADIMIR NABOKOV... Sırf bu giriş cümlesi yüzünden bu kitabı okumalısınız....

3.07.2012

İçten Gelen-9 ya da Üç


Yavaş yavaş açtığı gözlerine yağan yağmur hızlı bir şekilde kapatması gerektiğinin habercisiyken, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Etrafında ki kalabalık, koku ufacık bile olsa  hafızasını güçlendirmemişti.  Hafif hafif hissettiği karıncalanma birden tüm vücüduna yayılmış nefes alış verişlerine kadar hayatını avucunun içine hapsetmişti. Kalkmaya çalışmış  fakat üzerinde ki ağırlıkları kıpırdatamamıştı. O kadar ağırdı ki  göğüs kafesini omuriliğinde hissedebiliyordu. Yüzünü yalayan hafif esinti eşliğinde kendinde hissettiği gücü tekrar denemeye çalışması , üç yaşında ki bir çocuğun kaydıraktan kaymak için merdiven yerine kaydırağın içinden tepeye çıkması için gösterdiği azmin neredeyse aynısıydı. Yapabilirdi sadece biraz zaman ve şansa ihtiyacı vardı. Kaç saat geçmiş, kaç kişiyle göz göze gelmiş  ve fakat kaçının canını aldıktan sonra bu kuyuda kendini bulmuş  bilmiyor, öğrenmek de istemiyordu. Sadece önemli olan; kalkmak ve evde onu bekleyen annesinin o bilindik süt beyaz, masum yüzünü  avuçlarının arasına alıp, alnına kalbinin derinliklerinden gelip dudaklarına yerleşen sıcak öpücüğü kondurabilmekti. Bunu düşünerek hareketlerini sıklaştırmaya başladığında fark ettiği  iniltiler  iyice kuvvetlenmiş , etrafta hiçbir zaman duymadığı ya da duyup da hatırlamadığı isimler  netlik kazanmıştı. Üç yıl önce buralarda olup ülkesi için bu çukurda yaşamaya çalışmak için ölü taklidi yapması gerektiğini söylense , aldırmaz arkasına bile bakmadan evine gider, üç basamak çıkıp, ‘bir siktir git aptal herif’ diye küçük dilini bile dahil ederek  söverdi. Hafif hareketlerle yerinden zor da olsa çıkmayı başardığında, yavrusunu geride bırakıp avlanmaya giden bir kaplanın, döndüğünde onu yiyen pitonu gördüp, hassiktir mına koyim hani bulgur hani pirinç der gibi bakmasını  anlamış ve  çıktığı deliğe geri girmek istemişti. Vücüdünun her yerine yayılan karıncalanma geçtiğinde şansını denemek için, gözlerini bir kere daha kapatık, derin bir nefes eşliğinde –ki aldığı en anlamlı nefes sanırım buydu- yeniden hareketlenmiş ve aynı  manzara eşliğinde adım adım ölü takliti yaparak , biraz sürünerek biraz  emekleyerek, hafif korkarak hafif de cesaretinin kaybetmemeye çalışarak gerek üç adım atarak gerekse üç adım attığını sanarak mevzu bahis olan savaş alanından sadece biran önce kaçmanın yollarını aramış, yani sıvışmaya çalışmıştı...

22.06.2012

İçten Gelen-8


Sadece tuhaf rüzgar sesinden ibaretti sokakta ki gürültü. Yalnızdı, etrafımda ki bağırışmalar, köpek sesleri, dondurma yalarken ağızdan çıkan değişik sesler ve az ilerde ki araç sesi. Soğuk sayılabilir miydi peki? Esinti yüzünden mi soğuk olduğunu düşünüyordu, yoksa gerçekten soğuk muydu? Koyu bir kot, mavi bir tshort...
Belden yukarısının esintiyi hissettiği, belden aşağısının bankta ki yalnızlığı hissettiği bir gece. Yorgun bir karanlık, biraz kirli, biraz beyaz.  Koşmaya çalışan bir gece; sabaha biran önce ulaşmak için. Oyuncağı elinden alınmış bir çocuğun feryadı gibi tam olarak ne istediğini bilen bir gece. Yorgun hayır hayır yalnız bir adam. Gece de adımlamış. Sadece bir, belki iki adım. Ağrıyan sağ kol, akan burun. Sol delik-burun deliği-. Jölesiz saç, yatık, biraz sağa biraz da sola. O da bilmiyor. Uzun sayılamayacak bir boy, geniş sayılamayacak bir omuz, üstünde orantılı sayılamayacak bir baş. Arkadan gelen bir müzik. Nereden geldiğini anlamaya çalışan, tedirgin değil de meraklı gözler. Meraklı çünkü: saat çok geç. Çünkü: Orhan Gencebay. Çünkü: Batsın Bu Dünya. Birden, farkında bile olmadan, istemeden ya da isteyerek, dudaklara ve beyne hakim olamadan kurulan köprüler. Neronların: dudakları ele geçirişi, soğuktan, hayır esintiden-tatlı olan esintiden- dişlerin birbirlerine olan senkronizasyonel şekilde çarpışmalarını önlemeleri, bunları, yorgun olan hayır yalnız olan ya da her ikisi de, ama koyu kotlu olan. Neyse ney olan, belki de hiçbir şey olmayan ya da bazı şeyleri olabilmek için uğraşan fakat yine de olamayan. Olmak istememesi için hiç bir sebep teşkil edilmemiş ya da tayin edilmemiş ya da edilememiş olan. Ah be Orhan baba dedikten sonra her' Batsın Bu Dünya' kısmında inşallah diyen...

18.05.2012

E.C' e Hitaben


Karnımda ki kelebeklerin kesinlikle kanat çırpmadığı , aldığım nefesin nasıl olur da bu kadar anlamsız olduğu, televizyonda dünya üzerine hiçbir şey öğrenmek istemediğim, attığım adımların anlamsız olduğuna inandığım, yaptığım kahvaltı, yediğim meyvenin lezzetsiz olduğu gün 5 mayıs.

Dünyanın en hızlı  yüz metre koşucusu gibi çıkış yapmışken, saniyede, on metrelik bir alanı geçmeye başlamışken, arkanızdan gelenlerin toz toprak içinde, seyircilerin ise;  onlara  yumurta ve domatesle yuhlamaları söz konusuyken takılıp düştüm ben.

Bu hayat çok değil, bundan 13 yıl önce hızını alamamış  tazıdan, kaplumbağa yarattı. En küçük dişli olduğumu sandığım hayatında, en büyük dişli olduğumu öğrendiğimde ise; yalnızca 8 yıl geçmişti. -H.C' ye-

Nasıl olur demeye başladığım 13 yıl öncesine dair hatırladığım güzellik hiç yokken, 15 yıl öncesine gitmek de artık, bir zaman yolcusu olmayı gerektirmekte.

Geciktim. Üzgünüm. O gece için, orda olamadığım için, üzgünüm.

Koca bir çınarın devrilmesini kalbimin her bir bölmesinde hissettiğim gün, 5 Mayıs. 

30.04.2012

İçten Gelen-7

25.04.2002 Afyon-tamamen tahmini edilen bir tarih-
 Sabahı hiç bir şey yokmuş gibi uyanmam şaşırtıcıydı, bir gece öncesinde yaptıklarımı rağmen.
Uyandığımda hissettiğim yorgunluk, göz altında ki şişmiş torbalarım, baş ağrısı, mide sancısı ve daha bir çoğu...
Hayır hayır yanlış tahmin ediyorsun, bunlar kesinlikle alkolün yan etkileri değil. Bunlar uykusuzluk ve iktisat dersinin başlamadan bende yaratmış olduğu etkilerin, yükte ağır pahada hafif belirtileri... Dersin vermiş olduğu iç karartıcı anlamsızlıktan dolayı-tamamen hocasından kaynaklandığını düşünmekteyim- ayaklarımın ilk denemeyecek bir şekilde beynime hükmetmesine rağmen, üç tane haşlanmış yumurtayı da birer küçük lokmaymışcasına yutmam, günümün nasıl geçeceğinin belirtisiydi.

24.04.2002 Afyon.

Playstation 1 de alone in dark ı Türkcan ile korku içinde ısrarla oynamaya çalışırken, ekranda bir an da beliren zombiye 'ananı sikeyim' dedikten sonra joistiği  Türkcan'ın kucağına fırlatıp, perdeleri tamamen kapatıp en ufak bir ses olmamasına dikkat ettiğim evin ışığını tek ve bir o kadar da klas parmak hareketiyle yakmış 'ben böyle gerçekci bir oyun görmedim oğlum bu ne' sözü, arkamı kontrol ede ede  mutfağa gitmeme sebep oldu-su için-.
Türkcan kaldığı yerden devam etmek için beni bekleye dursun, mutfakta kendime gelmeye çalışan ben, balkon kapısını açmış ve sokakta hayata dair hiçbir beklentisi olmayan haylazlar kümesini izlemekteydim. Bu hayatta ya yaşlı, ya da çocuk olmak istemem o zamanlara tekabül etmektedir.
Hiç zaman kaybetmeden üç saniye içerisinde aklıma gelen fikir için salona yeniden dönmem ile ışığı kapatmam arasında geçen zaman dilimi, bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden geçip gitmesi kadar uzun değildi. Türkcan'ı oyunun başından kaldırıp, mutfakta yapacaklarımı izletebilmem için hiç bir şey vaat etmediğim, zamanının kankası, seve seve bana dahil oldu.

Analarından habersiz birbirlerinin analarına söven, haylazlar öbeği oluşturmuş 8-10 yaşlarında ki yaklaşık on piç kurusu, o kale senin bu kale benim diye-gece 8-9 arası- koştura dursun, ben ışığı kapatmış ve balkon kapısının perdesini kavramıştım bile. Kendimden o denli ürkütücü bir sesin çıkacağı ihtimalini vermediğim tüysüz günlerde, kış uykusundan yeni kalkmış bir ayı misali- ki kış uykusuna yatarlar mı yoksa kışın mı yatarlar bilmiyorum, sadace gürültünün boyutunu anlatabilmek adına dile getirilmiş bir beyan- bağırarak bebeleri susturdum.

Çok değil 5-10 saniye sonra noluyor der gibi balkona çıktığımda ise yaklaşık on aile 'o da ne' der gibi camlarında etrafı kesiyorlar çocuklarının son durumlarını kontrol ediyorlardı.

25.04.2002...

Üstüme en paspal kıyafetlerimi giydikten sonra dolmuşu kaçırmamak için-adına :)- çitadan kaçan antilop gibi dolmuş durağına fırladım. Dersliğe girdiğim de tam anlamıyla hayal kırıklığı olmasının sebebi, sayın hocamızın ' yine mi geciktin Cem CENGİZ' demesi değil, üç saat bu herifle aynı derslikte anlamadığım bir ders için kafa patlatmamdan başka bir şey değildi. Her zaman olduğu gibi dersin yaklaşık 12:00 da bitmesi ile öğle yemeğine yoğunlaşmış, çevremden gelen teklifleri aldırış etmeden kalkacak olan dolmuşa yöneldim.

Dolmuşa bindiğimde' son dolmuş, arkadan vermeyen var mı' gibi esprileri, cebimde kalan paranın anca ve anca dolmuş ücretine yeteceği gerçeğini anlamam, valiliğin önünde ki atm yi görene kadardı.
Adnan ile para çekmek için beraber indiğimiz dolmuş, bir trans atlantiğin ikiye kırılıp batışı ne kadar hızlı ise;  o şekilde gözden kayboldu.Yanımda yüz yılın salak saçma esprilerini yapan Adnan ile aynı masada yemek yeme gerçeği diğer çocukların beni arayıp 'Biyer' e gel demesiyle az da olsa sakinleşmeme sebep oldu.

Parayı çektikten sonra, arkamızı dönüp çıkmak için adımlarken kapının arkasında, bankamatiğin içerisinde duran siyah nike marka spor çantası ise; iki kişiyi altına sıçırmış gibi anca bu kadar korkutur- o senelerde banka bombalamaları hat safhada olduğu için-

Çantanın içini açıp açmamakta kararsız biz, oradan çıkıp çıkmamakta da kararsızlığımız sürdürürken, ani bir hamle ile dayanamayıp atıldığım çantayı açtığımda, hayatımda göremediğim kadar banknotları bir arada görüp, süratle çantanın fermuarını kapattım. Adnan ile kısa bir süre göz göze geldikten sonra çantayı alıp Atm den fırladım. Arkama bakmadan hızlı adımlarla uzaklaşmaya başlamak için atm nin kapısından çıktığımda hangi tarafa dönmem gerektiğini bile kısa bir beyin felci geçirdikten sonra karar verdim. Sola attığım ilk adımla birlikte mıh gibi çakılı kalmamın sebebi, tanımadığım bir adamın çantanın bir kulpunu tutmasından başka ne olabilir ki...

-Nereye?
-Yemeğe...
-Çanta ile nereye?
-Çanta ile yemeğe...
-Kimin çantası ile yemeğe?
-Kendi çantam ile yemeğe...
-Çantanın içinde ne var?
-Sanane...
-Çanta benim olunca, beni de ilgilendirmez mi?
-Karıştırmış olmayasın, için de benim kirli spor malzemelerim var...
- Aç o zaman da bir görelim!
-Git başımdan...
ki bunlar çok saçma bir cevap olmasına rağmen para dolu bir çanta ile karşılaştığınız da-insan hayatında kaç kere karşılaşır- söyledikleriniz, yaptıklarınız, mimikleriniz ve jestleriniz tamamen saçma ötesi olmakta, kabul ediyorum. İçinde günümüz parasıyla telafuz edildiğinde 500 bin tl olan çanta.Nasıl mı öğrendim?
-Çantamı verirsen giderim!
-Hala çantamı diyor...
-Adnan sen de bir şey desene!!!
-Karşıda ki motorlu polisleri görüyor musunuz?
-Evet...
-Çağırmamı istermisiniz?
-Peki sayın çanta sahibi, için de ne var?
-Para,param...
-Ne kadar para, paran var?
-...
-...
-Çağır!
-Anlaşabiliriz...
Adnan sonunda araya girmeyi tercih etti ki...
-Nasıl?
-%50 benim, kalanı alırsınız...
-Biz 3 kişiyiz...
-Ben takım elbiseli, iş adamı görünüşlü, traşlı biriyim. Polis size mi inanır bana mı?
-Çağır ve öğrenelim...
Polis, paramı çalıyorlar diye çıkan kulak tırmalayacı bir gürültüden sonra, gözlerimi açtığımda-kapatmamama rağmen- karakolda, Emniyet Müdürünün kucağı diye tabir edebileceğim bir sandalye de, duvar da Atatürk resimlerini izlemekteydim. Yanımda Adnan, karşımda Adam.

Para dolu nike marka spor çantası önümüzde ki sehpanın üstüne bırakıldığında amir,
-Bu çanta içerisinde ne kadar olduğunu bilen var mı?
Bakışlarını üstümde hissettiğim amire-müdüre-
-Hayır efendim- ki neden efendim dedim bilmiyorum, sanırım korkunun ecele faydası var-
Adnan:
-Hayır efendim.
Adam:
- 300 bin tl efendim- yeni parayla yazıyorum ki, sıfır koymak zoruma gitti-
Amir:
-Hayır, 500 bin tl...
Yüzünde hafif morarma, hafif yanma olduğunu tahmin ettiğim adamdan beklenmedik bir hamle görmek, Yılanın midesine gitmiş olan bir kurbağanın sıçramaya çalışması gibi geldiyse de taktir etmedim değil.
Masanın üzerinde duran çantayı kaptığı gibi Emniyet Müdürlüğünün içinde koşarak kaçmaya çalışan adamın arkasından fırlamam ise tamamen kendimi aklamaya çalışma çabam olsa gerek.
İlk virajda yakaladığım adamın elinde ki çantayı kendime çekmeye başladığımda Türk polisi çoktan etrafımızı sarmış, olanlara 'çocuk ne kadar da cesur' der gibi bakmaktaydı.
Çantanın bir kulpundan ben diğerinden adam tutmuş, bir o yana bir bu yana çekiştirirken ehhhh yeter be artık diye çantayı var gücümle kendime çekmem, uyku halinde ki bende nasıl bir etki yarattıysa yaradana sığınıp kafamı ranzanın köşesinde ki demire vurup gözlerimi açtım...
Kıçın açıkta kalmış ört de öğle yat dediğimde ise kafamdaki şişlik için çok geçti....


28.04.2012

İçten Gelen-6

Beyaz perdede gişe rekorları kıran aksiyon filmlerinin yıldızları gibi, önce dayak yeyip sonra dayak atamadığımı anladığımda henüz 12 yaşındaydım. İnternetin hayatımda olmadığı, olduktan sonra da on parmak klavye kullanamadığımı öğrendiğimde ise; siktir git, demekten başka hiçbir küfürü bilmediğim tarihi ise tam olarak hatırlamamaktayım, üzgün de değilim. Tavşanın İngiliz cinsi kahverengi kulaklı, griye çalan av köpeğini atlatarak kaçdığını öğrenmem ise yakın bir tarihi kapsamakta ki, büyük gelişme. İnsanlardan sonra tecavüz eden tek canlının yunuslar olduğunu öğrenmem büyük hayal kırıklığı oluşturmuştur-ölüme her an daha fazla yaklaşan şu bedende- Yürek burkan andan çıkıp tatsız bir anıya dönüşen olaylar silsilesi ise, hemen hemen her geçen gün artmaktayken, yalnızlığın vermiş olduğu saçmalama adımlarını atmaktan çekinmemekteyim...

Arkeologların yapmış olduğu, dünyanın en önemli kazısı diye söylenen, mısır ve civarında yapılan bir kazıdan çıkan, altmış milyon yıl öncesine ait olduğu düşünülen bir fosilin; günümüz de bir insanın bokuymuş gibi davranılmasını ise tamamen doğru karşılamamak ile beraber neden olmasın diyebilecek kadar basit düşünmekte, ayrı bir keyif veriyor dememek için kendimi kastığım günlerin bir tanesinde, karşıdan karşıya geçerken bile hızlı adımlarla ilerlemesi gereken kuzenim, topun caddeye fırlamasında, aldım verdim yapan 9 yaşındaki çocuklar gibi kendinden emin ve bir o kadar da korkak bir şekilde yürürken, renault 9 marka bir otomobilin çarpması sonucu, gözümün önünde, takla, şıpagat, parende gibi jimnastik kurallarının her birinin çiğnemesi, arabanın çarpmasıyla doğru orantılı ilerlemekteyken, henüz 8 yaşındaydım...

Televizyonun olmadığı dönemlerde Reith  konuşmasını dinlemek süper olurdu dediğimde ise, şimdiki yaşımda olmam neyi ifade eder acaba diye de düşünmüyorum desem külliyen yalan.

Geçmişi hatırlamanın vermiş olduğu ılık hava soğuyuverdi. Belki buz kesmedi ama, serin bir ürperti yalayıp geçti tepemden diyebileceğim an ise şuan...

 Hayatta küçük kurallara uymamın sebebinin, büyük kuralları çineyebilmek olduğunun farkına vardığımdan beri; egemen sınıfının çanak yalayıcısı olmaktan vazgeçmiş bir bireydim.
 Küba da ki hayatıma yeniden başladığımı anladığımda sadece ismimi değil yüzümü de değiştirmiştim.Benliğimi yenilemek için attığım her adım aynı kapıyı açmaya başladığında anladım, hayatımdan çıkaramayacağım kadar büyük bir yer kapladığını...

26.04.2012

Sokakta Kalan Adam

Koyu, siyah gözlerinde onun:
Karanlık bir gündüz gibi doğan eşi:
 Ulu bir gürz gibi eser sözlerinde...
 Bu adam: bugün yirmisine girmiştir...
 belki gecelerin yüzde onunu bir Sirkeci hanının pis bir odasında,
 milyarda milyonunu bir randevu apartmanının temiz bir karyolasında geçirmiştir...
 Diğer geceler:
 kıllı, kalın bacaklarına çekerek çizmelerini,
 akşamcı yıldızlar gibi karanlıklar ardınca düşüp kaldırım taşlarına,
 görür ki:
 her sokak bir caddeye boşalır.
 her dik yokuş hızını, keskin bir inişte alır...
 Eski, yırtık ceketinin yağlı yenlerine silerek terini,
 engin bir deniz ufkuna dalar gibi dalar genç kadın başlarına,
 bilir ki:
 her erkek bir kadına boşalır...
 Fakat:
 her yiğit el kızını, düşündüğünde değil işte alır...
Koyu, siyah gözlerinde onun:
 karanlık bir gündüz gibi doğan eşi:
 Ulu bir gürz gibi eser sözlerinde...
 Bazan yürümekten bunalarak,
 oturup yassı, geniş bir taşa karanlıklarla başbaşa kalarak ince,
 uzun parmaklarıyla tarar karanlık saçlarını...
 Bazan bir çılgın gibi arar başı bulutlarla öpüşen çınar ağaçlarını...
 İster ki binip eğri, yüksek bir dalına baksın aksi sulara düşen uzamış sakalına...
 Koyu, siyah gözlerinde onun,
 karanlık bir gündüz gibi doğan eşi:
 Ulu bir gürz gibi eser sözlerinde...

19.04.2012

05:00

Marlboro'sından bir nefes daha çektikten sonra, gerçekten yapmalı mıyım diye düşüncesine uzun bir süre dalmıştı ki merdivenlerden gelen kız kahkalarıyla kendine geldi. Nerede olduğunu hatırladı ve geçmişine şöyle bir göz attı. Çok katlı olmayan, kapısının önünde çok fazla park alanı olmayan- ki arabası da yoktu- sokak direklerinin hala kaldırımlara çekilmediği-yol ortasında durduğu- sıkış tepiş binaların olduğu balkonsuz evlerin her hangi bir tanesinde oturduğunu fark ettiğinde birkez daha neden bu kadar zaman beklediğini anlamaya çalıştı.

Saati 01:04 ü göstermekteydi. Ne çok geçti ne de çok erken. Kumandaya uzandı ve kanallar arasında gezinmeye başladı. Susamıştı. Kanallardan umudunu kestikten sonra bir bardak su içebilmek adına mutfağa yöneldi. Damacananın dibinde kalan suyu içebilmek için kafasına takılı olan pompayı çıkarmak zorunda kaldı. Yine şanssız olduğu aklına geldi. Bir cuma günü-ki hatırlamıyordu- su pompasını cuma namazından çıktıktan sonra almıştı. 'Nereden bilebirdim pompanın borusunun sahip olduğum damacananın boyutuna göre kısa olduğunu' dedi. Söylene söylene son bardak suyu da tükettikten sonra düşünceler aleminin içinde yuvarlanmaya başladı. Kendine bir saati çoktan belirlemişti. 05:00 da bu sıkıntıların hepsine son vermek için gereken şartların hepsini yerine getirecekti.

Çok değil üzerinden tamı tamına 17 yıl geçmişti. Unutmak için beklediği koca 17 yıl.
Farkına vardığında, çokta değilmiş dediği 17 yıl. Elinde olan herşeyi bir çırpıda, düşünmeden, hayır demeden, ağlamadan, sızlanmadan, geriye bile bakmadan kesinlikle verebilirdi. Her geçen gün içinde yaşattığı acıyı dindirmek adına yapılamayacak bir şey değildi artık. Arkasına yaslandı, bitmiş olan sigarasını söndürmesi gerekmediğinin farkına varmasıyla hafif bir tebessümüm yayılan yüzünü, perdeleri sonuna kadar açık olan ve önünde, işte buradayım diyen, tamamen lüzümsuz olduğunu düşündüğü evinin camında gördü. Uzun zamandır kendi gülümsemesini görmediğini fark etmesiyle eş zamanlı bir hızla kalktı ve ondan yadigar kalan emanetini almak için yatak odasına fırladı. Gülümsemesi sanki 17 yıldır aklına gelmeyen gerçekleri ona hatırlatmakla yetinmedi, hazırlıkları tamamlaması gerektiği gerçeğinin de tokat gibi inmesine sebep oldu. Bulmaya çalıştığı emaneti nereye koyduğunu çok iyi bilmesine rağmen bütün çekmeceleri yatağının üzerine boşaltmasına bir anlam verememişti.

Çok değil zaten 5 çekmeceli olan dolabında sadece 3 dakika oyalandıktan sonra mendil içerisine sarılı olan parabellum buradayım der gibi bağırmaktaydı, karanlıkta yüzüne fener tutulmuş olan bir tavşan gibi. Hızlı ama bir o kadar yavaş, korkak ama bir o kadar da cesaretli bir şekilde salonuna getirdiği parabellumu, dünyanın en büyük kablumbağasının üstünde taşımakta zorlandığı kabuğuna benzettiği sehpasının üzerine özenle yerleştirdikten sonra arkasına yaslandı, ümitle bakan gözlerle kanalları gezmeye başladı. Yorgunluğu bacaklarından başlayan ağrıların ceviz şeklinde ki beynine sıçramasından belliydi.

Ne kadar oturduğunu tahmin edemediği zaman dilimlerinden bir tanesinde, saati öğrenebilmek adına Sultan Ahmet'in bahçesinde sabahtan akşama kadar dilenmeyi iş edinmiş ablaların Allah rızası dediği gibi, saatine uzaktan saatin kaç olduğunu sordu. Son tekini içmek için paketten sigarasını çıkaran, yeni sigaraya başlamış, panikle tekel bayii arayan geçler gibi göz bebekleri büyüdü. Saat iyice yaklaşmıştı.

04:56...

Zamanın nasıl geçtiğini unutmasıyla sinirleri iyice kontrolden çıkmış, eli ve ayağına söz dinletemediğini anlamasıyla geçiktiğinin farkına varmıştı. Hemen devası sehpasının üzerinde mendile sarılı duran parabellumu 70 voltluk sarı ışık altında, kınından dünyanın en keskin kamasını çıkartır edalarında çıkartmış ve içinde belki de parabellumdan daha değerli olabileceğini düşündüğü- kurşunsuz hiçbir işe yaramayacağından ki satmayı düşünmediğinden- kalibresini bile tam olarak bilemeyeceği mermileri kontrol etti. Derin bir nefes altıktan sonra parabellumun ağzına verdiği mermiyi düşünmeye başladı. 9*19 mm olan mermiler aslında zamanında Almanların daha az geri tepme olsun diye ürettikleri özel bir mermiydi.

05:00

Şakağına dayadığı parabellumu ateşledi.

15.04.2012

İçten Gelen-5

Yeşildi. Görebildiğim en yeşildi. O zamana kadar belki de yeşil deseler insanların ağzından çıktığı anı düşünür, anlamaya çalışırdım yeşili. Biraz bulanıktı, biraz tuhaf. Uzun sürmemişti bulanıklığı fark etmem, tadından tiksinmem için. İlk öncelerde suya atılan küçük bir taşın hasıl ettiği gibi vücudumda dalgalan, daha sonra da nefesimi kesmekte olduğumu hissettiğim dalgalar. Düşünebildiğim, görebildiklerimden ibaret olan bir andan başka hiç bir şey ifade etmiyordu.

Sallanan, uzun sayılabilecek boyuttaki türlü bitliler dedim ilk önce. Sonra incelemek için zaman tanıdım kendime. Küçük taşlar ile süslenmiş derinlik, dünyanın güneş etrafında döndüğüne inanmayan yaratıklarla doluydu sanki. Nefes alamadığımın ya da almaya çalıştığımın farkına varamayacak küçüklükte olan ben deniz; iki güçlü bileğin sahip çıkmasına ihtiyaç duyarken sadece beklemek geliyordu şu hayatta biraz daha tutunabilmek için.

Dünya üzerinde ki en güçlü elleri- ki bence- bacaklarımda hissettiğimde o an alamadığım derin nefesi, en kısa zaman içinde alabileceğimin vermiş olduğu rahatlıkla gülümsedim benden daha mutlusu yokmuş gibi. Yavaş yavaş başlayan serinlik duygusunu hissettiğimde ise, ilk önce yüzünüze ya da göğsünüze vuran hafif rüzgarın bacaklarıma vurma anı yaşadığımın- yaşayacağımın- bir göstergesi değil ise ne olabilirdi ki!

Aklım hala yeşil bitkilerin ve yeşil su kütlesinin ne denli heybetli ve ilginç olduğuna takıldığı o an nefes alabildiğimi hissetmem, kalp nakli yapılması için doner bekleyen bir hastaya telefonda mutlu haberin verildiğinde yanaklarından akan sevinç gözyaşlarının, beyin ve atmakta zorlanan kalp de sevinç etkisi yaratması gibi bir etki yarattı.

Aslan çiçeğinin güzelliğini bir daha göremeyeceğimi düşündüm o tarihte, Yalova da babamın bizleri Etibank'ın tatiline götürmesinin ilk günlerinde yüzme bilmeyen ben denizi simitle suya atması sonucu, benim de suya düşer düşmez belden aşağısını suyun içinde olması gerekirken, su da ters dönmem sonucu belden aşağısının suyun üstünde kaldığı, küçük lakin 4-7 yaş arasında ki bir çocuk için inanılmaz fantastik anılarından biridir.

18.03.2012

İçten Gelen-4

Çok uzun zaman oldu yazmadığımı farkedeli, bazı şeyleri düşünmediğimi, anlamadığımı, anlamak istemediğimi belki de. Belki de anlatabileceğim pek bir şey kalmamıştır diye düşündüm ara ara. şaşırdım daha sonra. o kadar şaşırdım ki örnekleme yapacak olsam aklıma belden aşağıya bir örnekten başka birşey gelmiyor nedense. Uzun zamandır bakire olduğunu düşündüğünüz bir insanın ya da bakir, halbu ki olmadığını öğrendiğiniz biran da duyduğunuz şaşkınlık gibi bir şaşkınlıktı diye bilirim. sipesifik bir örnek oldu. nerden aklıma geldi bilinmez, öküz altında bıza aranmaması gereken bir örnek sadece. Sanırım ben belli dönemlerde Türkiye' nin hiçbirşey yapmazlarından olmak istediğim için karalamıyorum buraya her hangi bir yazı, lakin tarih anımsattırmayı gerektirir diyerek hemen yazmak gerektiğini fark ettim. Saçma sapan dahi olsa, anlamsız, işe yaramayan bir karalama dahi olsa. Biraz yorgunum sadece yazmaya, yazmak istemeye. biraz dargınım ayrıca sosyal paylaşım sitelerinden duymuş olduğum rahatsızlıklara. ama deneyimliyim yazmak konusunda.gerçi deneyim de denmez ama. bu da hiçbirşey yapmayıp vicdanımın rahat olması demek değilde nedir ki? bu sıralar maç izlemek ve ev de ps atmak, spora gidip bağıra çağıra ağırlık kaldırmak ya da kıçımdan nefes alarak hızlı bir tempoda koşmaya çalışmaktan başka farklı hiçbirşey yapmıyorum sanırım.

19.02.2012

Dünyanın Uğultusu

İster inan ister inanma. Aynı nehre bir daha girilir. Bir daha yanıp tutuşulur. Daha önce yaşananlar görmezden gelinir, geceleri boyu kaçan uykular, kurgular, kuruntular... Hiçbir uğultu çalınmaz kulağa, - sadece kalbin ritmi. Bu da uzun sürmez, çok fazla soru birikmiştir stokta: Ne istiyor bu kadın benden? Akıllı mı deli mi? Seviyor mu, eğleniyor mu? Sevişecek miyiz? Telaş yoktur yine de; yanıtsız soruların bile sevildiği ender anlardan biridir. Bunların dışında ki bütün sorular çocukçadır- akılmış, inançmış; ortalama olmakmış ya da olamamakmış- hepsinin bir yanıtı vardır, yoksa da bulunur. Soru bile sayılmazlar. Sonra bu an da geçer. Böyle anın yaşandığı da unutulur- uğultu!

23.01.2012

İçten Gelen-3


Yemeğimi dışarıdan söylediğim günlerden bir başkası, yine. Şuan hiçbir sosyal paylaşım sitesinde olmamanın hayatıma bir hafiflik katabileceğini düşünebilecek kadar basit bakıyorum hayata. Şuan aç karnımı doyurmanın tek amacım olduğunu düşündüğüm kadar basit bakıyorum hayata. Bir köprünün altında, son dozu kullanmaya çalışan çocukların etrafına, gelen giden var mı diye baktıkları gibi monitöre bakıyorum, ne gereği varsa. Uzun zamandan beri yaz(a)mamak insanda yazma istediğini aldığı gibi okuma(ma) isteğini de alıyormuş. Karışık bir akıl, labirente bırakılmış ve peynirin kokusuna doğru gitmeye çalışan bir fare hesabı. Sessiz bir çığlık atıyorum şuan kendime-burada Oksimoron yaptım-. Karışık şeylerden-şeylerden kasıt ne ise- düzgün anlamlar çıkarmaya çalışan, bilgi yarışmasında savaş halinde olan insan misali, ceviz içine benzeyen beynimi yoruyorum delicesine. Leyla ile Mecnun var bu akşam. Bu arada Selçuk ALTUN okumak Leyla ile Mecnun izlemeye ne kadar benziyormuş, şimdi anladım. Küçükken boynuzları olan, turuncu, şişko mu şişko, ve en önemlisi hiç birşeye benzemeyen bir yaratık oyuncağım vardı. Basketbol topu gibi içi de hava doluydu. Onun üzerine çıkar, boynuzlarından tutar, sıçraya sıçraya evin içinde o oda senin bu oda benim mantalitesinde gezinirdim. Bu ne ya oradan oraya atlamış diyorsanız hemen söyleyeyim; şuan bir adet büyük boy pizzayı tek başımı tükettim. Yakındır yani oyuncak olmaya. Bu blog huzurunda takip eden etmeyen herkese özrü bir borç bilirim, yazdığım yazılar cvlerin kapak kısmında ki 500 karakterle kendinizi anlatın tadında kısa olduğu için diyesim geldi birden bire. İngiliz ressam Henry Aston Barker ın resimleri gibi bi yazı oldu sanırım. İdare edersek sevinirim. Elias Canetti'nin dediği gibi 'yer yüzü beş dakika içerisinde çöle dönüşücek olsa, tutunulası tek kitaplar var' dan yola çıkarak bu yazıyı saklıycam. Çok hoşuma gittiği için de KL' nden ufak bir alıntıyla yazıya son vermek gerek. Bir ülke ki insanatı kulaklarını örtmenin dışında çırılçıplak gezer. Ve orada tüm ayıp, kulak içinde ikamet eder.SA'un KL atlı kitabından.