20.12.2011

be human

İnsan olmak; yanlış yapmak, düşüncesiz davranmak, özür dilemek, yorgun düşmek, korkmak, sonrayı düşünmemek, paylaşmaya çalışıp paylaşamamak, uzun süre yazmayı düşünüp- isteyip yazamamak, karanlıkta tuşların yerini ezbere biliyormuş gibi düşünüp aslında her harfin yerini bilmediğinizi öğrenmek, gökyüzünde yıldız var mı yok mu diye balkona çıkmaya niyetlenip daha sonra siktir et sana ne demek, bir şeyler yazarken tv de ki salak saçma kanallar yüzünden dikkati dağılmak, yanında sessiz bir durumda birisi uyurken tuşlara yavaş yavaş basmaya çalışarak acaba rahatsız oluyor mu diye düşünmek, arada yazdıklarınıza geri dönüp acaba aynı şeylerden bahsetmiş olabilir miyim endişesi yaşamak, yarını düşünmek- düşünüp de ne yapacağımızı bilememek, düşünemediğin güzelliğin yarın sesini duyunca- hangi sıfat ile hitap edebileceğini bilememek, gözlerinin acımasını önemsemeden ekrana bakmak vesaire vesaire diye devam edebileceğini bilmek ile doğru orantılı ilerlemekte.

27.11.2011

Dublörün Dilemması

Albino olasım geldi. Öylesine, internet üzerinde amaçsızca gezinirken aldığım bir haberden ötürü albino olasım geldi. Çok eski zamanlar denilemeyecek bir zaman dilimi içerinde okumuş olduğum bir kitabın baş karakteri albino. Yolda birisi beni çevirse ve arkadaş, bir kitap okumak istiyorum ama aklıma okuyabileceğim bir kitap ismi, yazarı vesaire gelmiyor dese; bende ona hiç çekinmeden, üflemeden püflemeden, sonunu düşünmeden, korkmadan, zaman ve mekan gözetmeksizin Murat Menteş oku derim. Hatta dahada nokta atışı yapıp 'Dublörün Dilemması'nı oku derim. Sıkılmadan okunabilecek bir kitap. Afilli Filintalar sitesini hemen hemen hergün ziyaret ettirebilecek bir kitap. Murat Menteş ' ten Afilli Filintalar ' a atlayış yaptırabilecek bir kitap. Korkma Ben Varım ı merak ettirip aldırabilecek bir kitap. Biraz Alper Canıgüz sevdiren, Onur Ünlü izlettiren bir kitap. Behzat Ç. okutturan ve izlettiren bir kitap. Afilli Filintalar'ın hepsini merak ettiren bir kitap kısacası.

Dublörün Dilemması'nın filmi çekilmeye başlanmış ve büyük ihtimalle yönetmen koltuğunda Onur Ünlü olacaktır. Kitabımın Murat Menteş tarafından imzalanmasının üstünden -Deniz Tapkan'a sonsuz teşekkürler- kitabın filminin çekilmesi benim içim süper bir haber oldu. İmzalı kitabı elime aldığımda hissettiğim çoçuksu sevinci, filmi izlemek için giderken de hissedeceğimden o kadar eminim ki, şimdiden G serisinden 5 ve 6 nolu koltukları kafamda rezarvasyonladım.

En merak ettiğim sorulardan bir tanesi ise, Albino'yu kim oynamalı ya da oynayacak?

26.11.2011

Azil

Beden yerine zihin ile nefret etmek cinayetleri, beden yerine zihin ile sevmek ise yalanları azaltacaktır.

Beden yerine zihinle çalışmak işsizliği, beden yerine zihinle var olmak tatmin sizliği yok eder.

Unutma ki zaman gidilecek yeri olmayanların evidir. Sadece onları ileriye taşır. Ölümcül bir hastalığa sahip olan ile intihar etmekten yorgun düşenin ortak noktası, ilerleyen zamanda geri gidiyormuş gibi görünmeleridir.

19.11.2011

Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir

İkinci kadehime başlamadan söyleyeyim, bak bu kente bir gün temelli döndüğümde; Samatya'dan Sultanahmet'e, Edirnekapı'dan Avrasya'ya, Fener'den Zeyrek'e, Beyoğlu'ndan Sarıyer'e, Beykoz'dan Kadıköy'e dek sokak sokak gezip, ulaşabildiğim unutulmuş ve göz ardı edilmiş tarihi yapıtlardan özür dileyip, onların varlığını insanoğluna duyuracağım... S.A-Yalnızlık Gittiğin Yerden Gelir-

9.11.2011

İçten Gelen-2 (Anı)

Güzel bir başlangıç yapmak için gittim…


Bazen ayaklarım geri geri gitmek ister aklıma geldiğinde, bazen koşar adımla yaklaşmak isterim. Uzun zaman aralıkları ile görebildiğim için korkarım bana kızmasından ve bu zamana kadar neden gelmediğimi sormasından. Ne olursa olsun gitmem gerektiğinin ve her türlü soruya göğüs germem gerektiğinin bilincinde giderim ziyaretine. Hazırımdır, istediği kadar kızsın derim, üstüme gelsin, hesaplar sorsun, ağzına geleni söylesin, utandırsın söyledikleri ile beni derim.
Her seferinde, ayrılırken yanından kazanmış olmanın vermiş olduğu rahatlığa güvenerek gittim yanına...


Köşelerden dönerken hep aklımda olan şey, ona biraz daha yaklaşırken duyduğum özlemden başka hiçbir şey değildi. Kim söyledi bilmiyorum ama, yıllar önce birisi bana ‘ ayak seslerinden kimin geldiğini anlarmış’ dedi. Ben hep onun ümidiyle, giderken ‘ evet ‘ diye bağırırdım içimden, sokaklarda yüzüme anlamsız bakan insanlara. Onu görmek istediğimi, özlediğimi bağırırdım belki de yolda yürüyen insanların yüzlerine.


Belki de beni duymasını bekleyerek ‘evet’ diye bağırırdım kendisine. Yanına gidene kadar belki de benimle sohbet etsinde, bende yalnız başıma yürürken bu heyecanı biraz olsun bastırabileyim.
Herkese selam verdikten sonra, kafamı eğip yanına doğru yürümeye başladığımda, o heyecan iyice artmakta ve hayata karşı bir bir örmüş olduğum duvarlar birer ikişer yıkılmaya geçiyor. Son adımında ise selam vermeden duyduğum göçük sesi , gözlerimi kapattığımda gördüğüm duman bulutu da bu yüzden.


Bu sefer bir şeyler farklı…


Ellerimi açıp Tanrı’nın, iyilik tozlarını avuçlarıma doldurmasını beklerken geçirdiğim zaman, diğerlerine göre hayli uzun.
İyice ağırlaşmıştı artık… Avuçlarımın kenarından iyilik tozları dökülmeye başlamıştı. Son bir kuvvet ile ellerimi yüzüme götürüp, sanki iki avuç suyla yüzümü yıkarmış gibi ovaladım.

Hayır dökme…


E.C. nin anısına.

17.09.2011

Leyla ile Mecnun

Mahallede takılırdım dokuza kadar
Her şeyi götürürdüm sakıza kadar
Kafamdan başka yüküm yok,
Yoktu kıza kadar, bu kıza kadar, bu kıza kadar.
laba lap lap lap laaaaaaps

Sırtımda hırkamla yaza kadar, ooo
Annemle giderdim pazara kadar
Ferdi'den başka gücüm yok,
Yoktu kıza kadar, bu kıza kadar, bu kıza kadar.
laba lap lap lap lap laaaaaaaaps

O gemi gelmedi limana kadar
İş arar dururdum sızana kadar
sebep sebep sebeeeeep
Ağzımdan çıkanla kulağımın duyduğu yok,
Yoktu kıza kadar, bu kıza kadar, bu kıza kadar.
laba lap lap lap lap lappss!

Kapı kapıyı açardı yetene kadar
Görüntü hep vardı tüpü bitene kadar
Ben böyle bir adam mıydım?
Mıydım? kıza kadar bu kıza kadar bu kıza kadar
laba lap lap lap lap lap!

Derdimiz vardı bize kadar
Şimdi oldular dize kadar
la la la la la la
Kıza kadar dize kadar, bize kadar.
laba lap lap lap lap lappss!

11.09.2011

26.08.2011

Keşfetmeye Değer mi?-5

Ne istiyorsan yaparım dememek için her dakikayı gözden geçirmekte tabi ki de geçikmiştim. Biliyordu ve istiyordu.

-Neymiş o beş harften oluşan ve benden isteyeceğin şey?
Göz göze bakışmamız sanırım üç ila beş yüz yıl kadar sürdü ki, ben geçmişte bir yerlerde yapmış olduğum hatanın ne olduğunu düşünürken, bana
-‘Burada mısın’? , Diye sorduğun da annemim göğüslerinden hala süt içtiğim günlerde gezinmekteydim. O kadar geçmişe gitmiştim ki, benim bu iğrenç yaratıkla nasıl bir ilişkimin olduğunu anlayabilmem için anlatamam.
Stabil bir hızla, nevrotik bir şekilde araba kullanırken, birden bire arabanın artık çalışmadığını ve ağır ağır yavaşladığını anca parmaklarını şaklattığında fark edebildim.
-Merak etme, tüm dikkatini bu konuşmaya verebilmen için ben durduruyorum arabayı...

-Benden ne istiyorsun?, diye bağırmaya başladığımda, çıkardığım ses canını sıkmış olucak ki, elini yüzümün etrafında okuspokus yapar gibi gezdirdi. Ben hala bağırdığımdan eminim, ama kendimi duyamadığımın da bilinciyle artık çenemi kapatmıştım. Sadece onun gözlerinin içine bakmaktan başka hiçbirşey gelmiyordu elimden, yol kenarında beklemekte olan aracın içinde. Bana bir şeyler söylemek-benden bir şeyler istemek- üzere olduğu her halinden belli olan yaratık sonunda dayanamayıp baklayı ağzından çıkartan küçük çocuklar gibi, ruhun diye bağırdı gözlerimin içine bakarak.

- Ruhum?
-Evet, bana ruhunu vereceksin.
- Ama neden, ben sana ne yaptım? Derken sadece ağlıyordum.
- Uzun zaman önceydi dedi yaratık.
-Ne?

Acaba neydi uzun zaman önce olan ve beni, ona borçlu kıldığını düşündüren olaylar dizi demeden de alamdım kendimi. Ne yapmıştım, nasıl yapmıştım bilmiyorum ama bu yaşta bir insan nasıl olur da bir yaratığa ruhunun sözünü verebilirdi. Aklım durmuş, hiç bir şey düşünemiyordum. Çok hızlı bir beyin fırtınası yaşamaya başladım. Zihnimde açılan her kapıdan hızlı bir şekilde girip çıkıyordum. Hatırlamaya ve bir çözüm yolu bulmaya çalışıyordum. O kadar çaresizce düşünüyordum ki kesinlikle mimiklerimden bir şeyleri anlamaya çalıştığımın farkındaydı. Kendimi tutamayıp direksiyona bu da değil diye vurmaya başladığım anlarda yüzünde ki sırıtma tavan yapmıştı. Bana yardımcı olmak yerine beni izlemek daha keyifliydi kesinlikle.

Beni keşfetmeye çalışıyordu, bütün benliğimi, zihnimin her kıvrımın.
Yardım etmeyecekti uzunca bir süre daha belliydi, benim bulmamı ve bulurken de ne kadar terlediğimi görmek istiyordu. Tahtaya kaldırılmış bir öğrencinin, matematik problemini çözemezken ne kadar komik bir durum içerisinde göründüğünü izlemekten keyif alan bir öğretmen gibi bekliyordu sadece yanımda.

24.08.2011

Dünyamdan, dünyanıza...

Bu blogta yazdıklarım 2-3 saniye içerisinde kendisini imha etmedikleri ve tarihe her daim üstü kapalı imamış gibi geçtiği için bu açıklamayı yapmayı bir borç bildim.

Burada yazılanlar tamamen ama tamamen Cem CENGİZ 'in kocaman hayal dünyasının ufak uydurmalarıdır.
Burada yazdıklarımın- eğer benim hakkımda ki küçük hikayeler değillerse- tamamı benim güneş görmeyen yerlerimin uydurmasıdır. Hele ki, kişi ya da kurumlar söz konusu ise kesinlikle inanmayınız. Hikayeler dizisinden oluşmaları için de kesinlikle oturup kafa yorulmadan yazılan şeylerdir.

Her nerede yaşanılıyor ve yaşatılıyorsa Türkiye : buradakiler uydurmadır. Sabah aklıma geldiğinde, uydurarak, biraz da fazla abartarak yazdığım bu yazı dizisinden oluşan küçük denemeler, kimseye pay çıkarılarak yazılmamaktadır. Günlük hayatta yaşınılan şeyleri burada paylaşmamaktayım. Türkiye, bunların hepsi uydurma...

Kadın, Erkek...

İlk defa tartışmamışlarda uzun sayılabilcek ilişkilerinde. Yorulmuşlardı belliydi, birbirlerini itiraf edemedikleri bu uzun ilişkide. Birbirlerinin arkadaşlarına,birbirleri hakkında atıp tutuyorlardı, ağırlıklı olarakta kadın çok fazla pişmanlık duyduğundan bahseder olmuştu. erkek ise daha ziyade samimi olduğunu düşündüğü arkadaşıyla paylaşıyordu kadının onu anlamadığını.kurtarabileceğini düşünerek anlatıyordu arkadaşına. belki de kurtarmak istemiyordu, kurtulmak istiyordu, en son ki telefon kavgasının akabinde. arkadaşı elinden geldiğince alttan alsa da, kadının arkadaşı, ağzına gelen her şeyi kendi doğruları gibi lanse edip şişiriyordu kadını. kadın da alevlenmeye meyilliydi nedense. delicesine.

Şimdi kapıdan girse dedi birden erkek, alır karşıma anlatırım olamayacağını, birbirlerinin ruh eşinin olmadığını.

Şimdi beni arasa dedi kadın, telefonu açmam,açsam da olmayacağını, hayatımda daha fazla sana yer ayıramayacağımı söylerim dedi, arkadaşına.

Uzun bir zaman dilimi geçmeden erkeği merak etmeye başladı kadın.

Çıkıp gidip görmeliydi. neredeydi, kiminle neler konuşuyordu, herkese bittiğini mi söylüyordu, yoksa bitmediğini mi!

Dayanamadı daha fazla, yanında onu şişirmeye çalışan sıradan bir kız arkadaşına, hafifte olsa sesini yükselterek karşılık verebildikten sonra, yakın olan erkeğin evine gitmek üzre fortmantodan aldığı siyah deri çeketini giydi, siyah ama ince olan bir kumaş parçasını atkıya benzeterek doladı boynuna. Ayağına siyah converslerini giydi ama, o kadar hızlı davranıyordu ki bağcıkları bağlamayı unuttuğunu erkeğin kapısını çaldığında fark edebildi anca.

Kapıdan çıkmadan son bir kez girişteki ayna da saçını başını düzelten kadın, kot pantolan giydiğine özellikle siyah deri ceketin altına mavi kot pantalonunu giydiğine pek bir memnun olmuştu. sanki ona ne kadar güzel olduğunu göstermek ister gibi bir duygunun içine girmişti istemeden de olsa.

Evden çıktığında boynunu sardığına sevindi sert esen gece rüzgarını yüzünün her kıvrımında hissettiğine de kadın. ellerini çeketinin cebine koydu. yine de ısınamadığını fark etmesi on saniyesini bile almamıştı ki, ellerini ordan çıkartıp erkeklerin yaptığı gibi kotunun cebine koydu. daha sonra lanet etti kadın kotlarının cebinin kısa olmasına. kendi kendine söylendi, bu kotları yaparken bizim ceblerine sadece bozuk paradan başka şeyler koyabileceğimizi neden düşünmüyorlar diye.

Biran unutmuştu soğunun etkisiyle, erkeğin onu nasıl karşılayacağını, ona ne diyeceğini, kapıda ona sarılacak mıydı yoksa kapıyı açıp içeriye gir der gibi arkasını dönüp, iki kişilik kanepede onun gelmesini mi bekleyecekti erkek.

Telaşlandı birden kadın. neden giden o oluyordu ki? asıl o, gelmeliydi.

Evde ona doğru gelmekte olan kadının ayak seslerini dahi duymayan erkek-evler bir birini çok yakındı ve sokaklar bomboştu- kendini farkında olmadan mutfakta buzdolabının kapağını açarken gördü. elini dolapta duran bir şişe efes e uzatan erkek bir yandan da açacak aramakla meşguldu.

Oda da onu bekleyen arkadaşına açacak nerde diye bağırırken çaldı, kulağı tırmalayan zil sesi.

O anda anladı erkek içene doğan huzursuzlukla, kapıda zile ısrarla basan kişi kesinlikle bir tantunici, pizzacı ya da karşı komşu değildi.

Gelen kesinlikle kadın olmalıydı. kavga etmeye, bağırmaya, çağırmaya , içini anlamsız kelimeler dizisinden oluşan, manyakça cümleler eşliğinde dökmeye gelmişti kadın.

Korkarak kapıya yönelde erkek. görmek istediği en son kişi kadındı. duymak istediği tek ses karşı komşunun şeker, kahve ,tuz gibi şeylerden oluşan bir istek cümlesinden oluşan tatlı bir iyi akşamlar sonrasında, kurulan bir cümleydi sadece.

Kim o dedi erkek, sessiz tiz bir sesle, korkarak.

Benim dedi kadın kendinden emin, haklı olduğunu düşünerek.

Erkeğin arkadaşı kalktı iki kişilik koltuktan, odasına geçmek adına arkasına bakmadan.

Kapıyı actı ve merdivenlerden gelen ayak seslerini dinledi erkek. her adım biraz daha daraltıyordu içini, daha bir kararıyordu dünya.

Halbu ki böyle hissetmemesi gerekiyordu erkeğin, mutlu olmalıydı kadını göreceği için.

Neden geldi ki kadın dedii, hemen kendine erkek.

Erkeği gören kadın, neden geldim ki dedi kendine.

Dönmek istedi kadın erkeği görünce merdivenlerden son turu tam dönmeden.

Dönmesini istedi erek, kadının merdivenlerden son turu dönmesinden önce.

Merhaba dedi erkek, kapıyı açmadan önce kim o dediği cılız sesiyle.

Merhaba dedi kadın, gelmek istemediğini, gelmesinin tamamen yanlış olduğunu düşünen bir ses ile.

Olan olmuştu. girmişti kadın içeri, erkek kapıdan almıştı kızın ayakkabılarını.

Odaya girdiğinde kadın ayaktaydı, oturmamıştı iki kişilik oda da ki tek kanepeye. Camın karşısında sırtı odaya dönük bir şekilde duruyordu kadın.

Erkek, kadını camın önünde görünce gülümsedi biran. Ama komik geldiği için, mutlu olduğundan değil.

Kadının elinde sadece bir kadeh viski eksik diye düşündü birden erkek.

Erkek, hoş geldin dedi yine aynı cılız ve güçsüz düşünülebilecek ses tonuyla.

Kadın, kararlı bir ses tonuyla kavga etmek için geldiğini belli edercesine, hızlı bir dönüş yaparak erkeğin suratına, gözlerine nişan alarak hoş bul-duk, dedi. üstüne bastırırcasını bir daha tekrar etti. hoş-bul-duk.

Erkek, oturdu kolduğa-çift kişilik kanepe- ve kıza da oturmasını ima etti başını hafif sağa doğru eğerek.

Kadın, böyle iyi dedi. tartışmada ezmek isteyen taraf olduğunu belli ederek.

Neden dedi kadın, neden beni anlamamak için ısrar ediyorsun?

Nasıl yani dedi erkek. nasıl anlamamak, neyi anlamamak?

Kadın, bizim farklı insanlar olduğumuzu?

Neden konuya böyle girmişti diye düşündü erkek.

Ne demek istiyorsun? Konumuz bu mu dedi, erkek.

Evet dedi kadın, ilişkimizin başında beri konu da problem de bu dedi kadın, kendinden emin bir ses tonuyla.

Peki bunu ne zamandır düşünüyorsun? dedi erkek.

Seninle ilk seviştiğimiz geceden beri, elimi tutup caddelerde salak salak dolaştığımız ilk andan beri, ilk çay içtiğimiz, ilk birayı içip sarhoş olduğun, yanımdayken ilk gördüğün kıza baktığın...

Bir dakika bir dakika dedi erkek. Sen neyden bahsediyorsun ne kızı ne bakması. sen...

Evet evet hadi inkar et dedi kadın birden bire bağırarak.

Şaşırmıştı erkek. Kimseye bakmadığından emindi, bu bir suçlamaydı, bu işleri daha kolay üstüne yıkmak için kızın düşündüğü bir suçlamaydı belli ki. Ama izin veremezdi erkek. kabul edemezdi. bu kadar da saçma olmamalıydı ayrılmak istemesinin sebebi. bu kadar da yalan olmamalıydı.

Devam edemedi kadın. erkeğin suratında ki hayal kırıklığını gördükten sonra, bıraktı konuşmayı, sarılmak istedi ağır ağır suçlarken, öpmek istedi dudaklarından saatlerce.

Erkek biran önce bitirsede siktirip gitse dedi içinden. Korkmuyordu artık. suçlamalar yalandı. Kız onu hiç sevmemişti, değer vermemişti. Eğer, eğer sevseydi, biraz da olsa değer verseydi sadece onun yanında değil, her hangi biran bile başkasına bakmadığını bilebilirdi.

Masa da ki boş pepsi kutusuna bakıp, onu ayağının altında ezip daha sonra onunla yürüdüğü günler aklına geldi erkeğin birden. Çok küçüktü, sokakta kısa shortlar ile bütün gün lek oynadığı günlerdi. Misket ya da çelik çomak günleri de olabilirdi.

Kadın ağlamaya başlamıştı birden bire.

Erkek sesi duyunca alevli giden bir suçlamanın ortasında olduğunu anladı, elinde ki açılmamış şişe birasıyla.

İrkildi erkek, kendine gelebilmek adına.

Nereye bağlayacaktı kız bu ağlamasını.Hep ağlardı ve her seferinde göz yaşlarından oluşan o sandala binerdi kız. Erkekte koca korsan gemisinin siyah bayraklarını indirip, kızın çekmiş olduğu beyaz bayraklara karşı, beyaz bayraklarını çekerdi.

Farkında bile olmadan.

Kadın, seni seviyorum dedi.

Erkek, arkasında ki duvara baktı birden. Nedense anlamamıştı hiç birşey.

Erkek yoruldum ben dedi.Televizyonda power türk dönerken, sessiz sedasız. Arka fonda tanımadığı bir kadının cırtlak olabileceği bir ses eşliğinde iğrenç bir şarkı çalınıyordu kesin.

Eli kumandaya gider gibi oldu, kadın erkeğe sarılırken erkeğin.Duymak istedi birden cırtlak bile olsa o sesi. Daha kötü bir ses olmazdı. ağlayan kadın sesinden, nasılsa diye düşündü erkek.

Erkek, dayanamadı daha fazla ve itti kadını üzerinden. gitmelisin dedi. ağzına kadar dolu olan sigara paketinin bir tanesini çıkarmaya çalışırken.

Kadın anladı gitmesi gerektiğini o an. gözyaşlarının bir işe artık yaramadığını anladığı gibi.

Kadın yöneldi kapıya, ayakkabılarını bu sefer bağlamayı unutmaması gerektiğinin bilincinde.

Erkek, bakmıyordu bile arkasından hala televizyonda dönen klibi anlamaya çalışırken.

Kadın açtı kapıyı ardına kadar. Oyalanıyordu bariz kapının önünde, gelip gitme demesi için.

Erkek bitirmişti artık herşeyi, daha kadın kapıdan çıkmadan kafasında.

Pover türk de birden Orhan GENCEBAY çalmaya başladı-Ali LİDAR'a- sevgilerle....









19.08.2011

Parabellum


Uyandığımda sadece koşturuyordum, nefesim tükenmek üzereydi. yorulmuştum ne kadar koşturduğuma dair en ufak bir fikrim bile yoktu.

Neredeydim, bilmiyordum. Sadece ama sadece koşturuyordum, arkamdan gelen seslere aldırmadan. bağırışmalar beni hiç rahatsız etmiyormuş gibi koşturuyordum. belliydi, birileri beni delicesine kovalıyordu.benden, onlara ait olduklarını düşündükleri birşeyi almak için koşturuyor gibilerdi ardım sıra.

Bir kedinin fareyi kovaladığı gibi, büyük balığın küçük balığı kovaladığı gibi, çölde su bulmaya çalışan bir bedevinin serap görüp, nehri kovaladığı gibi, adım adım.

Elimde bir parabellum-1898 yılına ait- vardı. siyah, en afillisi sayabileceğime inandığım. en hızlı, yakalanınca kafama ya da kafalarına sıkabileceğim bir parabellum. çok hızlı koşuyordum.ilk köşeden dönebileceğim tek sokak olan, karanlıktan göz gözü göstermeyen dar ve pis kokulu yola girdim. nefes nefese koşturuyordum. yakalanmamak için. beni öldürmemeleri için.

Neden kaçtığımı bilmeden, neden bir silaha sahip olduğuma dair en ufak bir fikre sahip olmadan dalmıştım sokağa. en az 3, hayır hayır 5 kişiydiler.bu kadar kala



balıklarsa bende onlara ait birşey gerçekten vardı. bir ara elimde ki silah mı dedim nefes nefese koşarken, atayım dedim. ama olmaz, kesin beni yakaladıktan sonra bu kadar koşuşturma üzerine ilk önce döverler, söve söve, sonra öldürürler. en acımasızından hemde. kaçmalıydım, daha hızlı koşmalıydım hemde. kesinlikle yakalanmamak için elimden geleni yapmalıydım. korkuyordum, altıma sıçmıştım bile.

7.08.2011

Boktan Püsürden

Çok küçüktüm ben ama yinede dün gibi hatırlıyorum. İlk okulumun, o zaman ilk okuldu çünkü. daha ilköğretim çağına geçmemiştik-ben ilk okul 5. sınıftayken ilköğretim çağına geçtik ve aynı okulda böylelikle orta okuluda okudum-. güzel bir havaydı.üstümdeki kıyafet kısa kollu bir tşhort'den oluştuğu için biliyorum havanın güzel olduğunu. hatta üstümde ki t-short kırmızıydı. ilginç ama o yıllara gittiğimde hatırladığım tek t-şhort um nedense kırmızı üstene siyah kalın çizgiler olandan başkası değil nedense. zaten ben küçüklüğümden beri freddy krueger'ı oldum olası sevmişimdir. yıllar sonra elm sokağı kabusunu izlerken johnny depp'i de görünce çok şaşırmıştım da neyse. küçük johnny, nerden nereye gelmişsin demeden de alamadım kendimi.

Cumhuriyet ilköğretim okulunda okuduğum ilk okul yıllarından kalma bir futbol çılğınlığım vardır benim, lakin okulla alakası olduğunu sanmamaktayım. yine okuldan çıktıktan sonra eve gelip kırmızı t-şhort umu giyip koşturarak okul kapısından girmiştim içeriye. deli gibi futbol oynamak ve artislik goller atıp tribünü çoşturmak amacıyla takımı kurmuştum. ben hep takım kurardım küçüklüğümden beri. yıllar geçtikçe anladım ki bu iş hep bana kalıcak ve herkes benim takımımdan olmak isteyecek. şaka değil iyi top oynardım. sanırım o yüzden. ha bir de yakışıklıydım o yıllarda.

Yine takımı kurma görevini başarıyla tamamladığım bir yaz günü, deliler gibi top oynamaya başlamıştık. skor kesin bizim galibiyetimizle gidiyor olmalı. benim kurduğum takım pek yenilmezdi. en azından ben hatırlamıyorum.o yüzden önde olan takım benim takımımmış gibi anlatmalıyım sanırım.

Okulun ön bahçesinin olması dışında bir de arka tarafında kocaman bir sahası daha vardı. Ali Samiyen stadyumu kadardı sanırım. ya da ben çoçuk aklımda, sahanın o kadar heybetli olduğunu düşünüyor olabilirim. ama hala çoçuk aklına sahip olmalıyım ki hatırlarken gülümsüyor, evet evet çok büyüktü diyorum.

Maçın ortalarında birden yaşadığım karın ağrısını dün gibi hissediyorum, ki bence bu ağrı ve utanç duygusundan unutamadığım bir hikaye de olabilir. ağırlıklı olarak utanç. evet evet kesinlikle utanç benim bu yaşadığım.

Çok fazla koşup pas atmak yerine insanları çalımlayıp,tekrar çalımlayıp,tekrar çalımlamayı seven ben, yine aynı bana göre meşakatsiz, başkalarına göre yetenek sayılabilecek çalımlarımı atmaya başlamışken hemde delicesine, hissettiğim ağrının artmasıyla daha fazla sürdüremeyeceğimi anladığım maçı yarım bırakmak için ve bu düşüncemi çoluk çoçuk bozmaları olarak nitelendirebileceğim o topluluğa anlatabilmek için işaret ve serçe parmağımı dudaklarımın arasına alarak var gücümle üflemeye ve o topluluğun- dünya üzerinde olan en zararsız topluluklarından sayılabilecek çoçuk kabilesi- dikkatini çekmeye çalıştım.

Başardım sanırım.

Evet evet başardım.

Herkes topun peşinde anlamsızca koşup pas atmaya çalışırken ya da topu kapmaya, artık dünya üzerinde ki tüm işlerini-top oynamak-bırakmışlar ve takımı kuran bu yakışıklı fırlamanın neden bu kadar gürültülü bir ses çıkartarak onları bu meşakatli-benim için keyifli- işten uzaklaştırdığımı merak ediyorlardı.

-Bırakmalıyız, çünkü ben daha fazla devam edemiyeceğim...

-Ama neden diye devam eden ve ben demir parmaklıklardan atlayıp koşmaya başladığım ana kadar devam eden haykırışlar, gözden kabolana kadar devam etti.

Demir parmaklıklar yan tarafta ki okul komşumuz olan, şimdiki ssk hastanesinin beyaz olan demir parmaklıkları. şuan da düşününce o parmaklıklardan atlayışım gerçekten sükse getirebilecek kadar artistikti-özelikle çoçuk olduğumu düşünürsek-.Çünkü demir parmaklıkları bir kız gibi tırmanmazdım hiç bir zaman. Belime kadar duvar olan ve üstünde yaklaşık iki metre demir parmaklık bulunan yerden, hastanenin bahçesine atlayıp oradan da yola bakan hastanenin diğer demir parmaklıklarından yine aynı atletik figürlerimi kullanarak atlardım hep. kısa yol her zaman makbuldür.bilirsin.

Ben o belime kadar duvar olan ve üstü beyaz demir parmaklıklardan oluşan engeli, duvarın üzerindeyken hafif sıçrayarak, göğe doğru olan bitim noktasından tutup, kendimi biraz yukarı çekip, belime kadar diğer tarafa sallanıp, elimi diğer tarafın en altına doğru uzatıp-duvara yakın olan kısım bu kez, yere yani-diğer tarafa havada salto yapar gibi atlardım. Yani bir aksiyon filmi düşün ve baş karakterin koşarak kaçtığını. ama çıkmaz sayılabilecek bir sokağa farkında olmadan girdiğini. sokağın sonunda tel örgülerden oluşan bir kapı var ve iki hamlede kapını üstüne kadar çıkıp kendini diğer tarafa hemen attığını.

Ve sonunda yoldan eve doğru büyük bir karın ağrısıyla var gücümle koşturmaya başladım. aynı zamanda da bu ağrının neden o küçük bünyede başladığını anlamakta, sanki kaçınılmaz sonu her geçen saniye yaklaştırmaktaydı.

Her geçen saniye daha hızlı koşmam gerektiğini kendime söylerken, daha fazla yavaşlamakta olduğumun farkına nedense evin yanında ki güzel apartmanın önünde anlamıştım. kapısında o zamana kadar hemen hemen her gün gördüğüm, yaşıtım olduğunu bildiğim o kızın oturması da cabası sanırım.

Eve kalan son iki köşede-okul ile evin arası tam olarak dört keöşeden ibaret- artık dayanamayacağımı düşünmek aklımı kemirmeye başlamıştı, kendimi inanılmaz derecede rahatsız hissetmiştim,yorulmuştum o kadar hızlı koşmaktan, sannırım artık tahammül edemiyordum, kesinlikle bir an önce bu ağrıdan kurtulmak adına eve girmeliydim ve gerekli mercilere başvurmalıydım.

Son iki köşe için şimdi sorsan...

Hayatında ki en uzun zaman dilimi hangi tarihlere ait?

Evet cevabı sende biliyorsun özellikle de bu hikayeyi okuyorsan ya da dinliyorsan. İki köşe arasında ki mesafe derim.

Son anlarındaydım artık. ya tamam ya devam demeye o kadar çok yaklaşmıştım ki demir kapılı kırmızı evin bahçesinden içeri girmeye, kapıyı delicesine çalmaya, anne ne olur beni içeri al, hemen şu lanet olası siktiminin iğrenç yeşilimse çürük kapısını aç yoksa kapının önüne sıçacağım ve sen bu boku temizleyeceksin demeye.

Olamadı yetişemedim. bu saydıklarımın hiçbirisini yapamadım. kapıyı çalamadım, bağıramadım, tekmeleyemedim, yırtamadım dudaklarımı, avazım çıktığı kadar ses tellerimi zedeleyebileceğim bir desibele çıkamadım.

Daha evin demir kapısını yetişememiştim ben. Yan tarafta ki evin kapısının önünde oturan, şuan sorsan kim diye hatırlayamayacağım ama büyük ihtimalle bokumdan beni tanıyabileceğine inandığım o komşu kızının kapısının önünde dayanamadım ben. kısa şortumun paçasından bıraktım o an dünyanın ne kadar hızlı döndüğünün bir kanıtı olan bokumu.

Bakışları hala gözümün önünde olan küçük kız çoçuğunun o anlatılamayan ifadesi hatırlattı bana bir kez daha bu boktan hikayeyi.

Sıçmak için bile, tuvalete yetişemeden koşturan ben, o gün de şimdi olduğu gibi koşturuyorum hayatta. belki yalnız, belki de değil.

6.08.2011

Yazı-D.T'a Hitaben -

yazmak için-her hangi bir harf bile- boş zamandan ziyade konuya, ortama-loş ışıktan oluşan bir ortam değil tabi ki de-, boş kafaya ihtiyaç olduğunu düşünürseniz aldanmış olmazsınız kesinlikl

Yorgun olmamak gerekiyor birde.okumak gerekiyor,bilmek gerekiyor kesinlikle.yürümek-yalnız- hissetmek-birlikte-, koşmak gerekiyor hemde çok hızlı bir şekilde.arkanı dayamak gerekiyor belkide, iki kişilik pis bir koltukta, boş bir salonda, koli kokusu olması gerekiyor belkide. yerde bir kaç tane minder olması gerekiyor belkide.

belki de bu minderler pis bir kilimin üzerinde kirlenmesinler diye yere konmamış ve pis olan kilim sayesinde minderlerin kirlenmediğini düşünmesi gerekiyor ev arkadaşının. belki de salonun ortasında bir tabure ve üzerinde osman-kaktüs- olması gerekiyor. oturduğun o pis ama iki kişişlik pis olan koltuğun arkasında iki tane hole serilmeyi bekleyen yeterince pis olan halı olması gerekiyor. en ince ve uzunundan olan hol halıları.

puzzel ını belki de perdelerle dolu olan bir kolinin üzerine koyman gerekebilir.yazmak için.televizyonu da yere.üstünde internet ışıklarının karmaşık bir şekilde yanıp sönen modemin olması da cabası olmalı her halde.dijitürk çanağının olması ki belki de salonda olması gerekiyor ama televizyon yanında duvara rastlanmış bir şekilde. belki de kavga etmiş olmalısın telefonda ya da tartışmış işte. anlamaya ve anlatmaya çalışmak her ayrıntısını yaşananların. belki anlamamak gerekiyor yazabilmek için.ya da anlatamamak. belki yolda eve doğru yürürken selam vermemek için kafanı çevirmek gerekiyor birilerine.belki yerle bir olmak... ABD bombardımanından çıkmış bir IRAK gibi hissetmek gerekiyor yazmak için. karşı apartmanda tavla oynayan bir kızın gülüşünü duyup ''ya ağzınızla oynamasanıza a.q'um oyununu'' demek gerekiyor yazmak için gecenin her hangi bir saatinde. belki de müdürünün işten atılması, evi temizlemek için annenin gelmek istemesi belki de daha fazlası gerekiyor yazmak için.

televizyonda ki doktorlar dizisini bu saatte Show da yayınlayan zihniyete küfretmek delicesine belki de yazmak isteğini tetikleyen bir durumdur.belki de duvara dayalı 4 ayağı da kırık olan bir sehpaya sahip olmak bu isteği hareketlendiren. belki de karyolanı merdivenlerden çıkaramayıp merdiven altına dayamak bu isteği hareketlendiren, belki de yatağının artık karyolasız kalıp tam anlamıyla bir yer yatağı olması.

Ya da yarın sabah erkenden kalkıp son bir toplantı yapacağını düşünmek, yazmaya sebep oluyor olabilir yılların müdürüyle.belki de dış kapıdan çıktığında otamatın sana yakın olan lanbasının patlamış olmasından dolayı anahtar deliğini görememek yazma isteğini arttırabilir.

Doğalgazın olmaması ve bu sıcak havada terleyip doya doya evinde duşa girememek belki de yaz dedirtiyordur beynine.

Belki de burda yazdıklarımı okuyan birisinin neden benimle paylaşmıyorsun demesi yazdırtıyordur insana.

Başka zaman- gün içinde- bu yazdıklarını hatırlayamamak yazdırtıyordur belki de insana.

9.07.2011

Eskiye Gittim

uzun zaman oldu.hemde çok uzun.ben bu kadar içmemiştim.bu kadar çok içmek de istememiştim.ta ki dün geceye kadar.eskiden, çok eskiden ben bir kafede işletmecilik dönemini yaşarken içerdim bu şekilde.dükkanı kapattıktan sonra gece saat 1 gibi bir yerlere,birileri ile gider ve içebildiğim kadar da çok içerdim.hatırlamadan eve dönerdim.yolu bulmak için, evi bile o kadar yakın bir yerden tutmuştum ki gittiğim bara inanamadım.Yarın için yaşayanın, bugün için yaşayan karşısında hiç şansı olmaz diyerek yaşardım sanırım.yaşardım ama.bir gün eskisi gibi yaşamak değişik geldi nedense.sabah kafamda kocaman bir ağrıyla uyanmayalı uzun zaman olmuş.alkolün verdiği yorgunluğu hissettim uzun zamandan sonra,yoruculuğunu.bir 2-3 yıl daha ara vermeye karar verdim sabah gözümü açar açmaz.anca bu kadar aradan sonra yeniden kafamın bu ağrısını kaldırabilirim sanırım.daha öncesinde olmaz.sedergine de olmasa kafamı kaldıramazmışım dedim sabah yine kendime.eski dostum saolsun kurtardı yine bir külçe altın ağırlığına varmış kafamı.

8.07.2011

Fütursuzca

Yarın ölecekmiş gibi bugün yapmak istediğn şeyler var mıdır hayatta? evet evet fütursuzcadan bahsetmekteyim. bilmiyorum insanın aklına pek çok şey gelebilir. hani sorarlar ya yarın kıyametin kopacağını bilsen ve bunu sana kanıtlamış olsalar, şuan, burada, kimseyi düşünmeden, yalnız başına ya da birisini yanına alarak, kimseyi umursamadan, arkana bakmayı bile düşünmeden, gelebilecek tepkilere kayıtsız kalarak, yok artık daha neler diye yüzüne yüzlercesi bağıracak bile olsa, akıl sağlığından sen bile şüphe edebilecek bir durumun içine gireceğini bilsen bile, sonunda ölümün daha erken olacağını-yaptığın şey yüzünden-bilsen bile, yarın değilde siktir et be, ha şimdi ha yarın diye düşünmene sebep olsa bile... bazı zamanlarda vardır her halde fütursuzca davrandığın ne dersin? bazen aklıma deli dolu şeyler benimde geliyor, ne bileyim ya, mesela yamaç paraşütü yapmayı bilmesem de ders almadan yalnız başına atlamak, mesela ipin uzun olduğunu bilerek bungee jumping yapmak, mesela son sürat giderken aniden direksiyonu sağ sol, sağ sol, sağ sol yaparak takla atmaya çalışmak, mesela bir pazarın olduğu sokağa girdiğinde-araba ile- 2. viteste arabayı bağırtarak, son gazda insanların arasına girmek ve insanların sağ sola uçuşmasını izlemek. hatta dur az daha abartayım birini daha ayarlayacaksın ve senden seken pazar sakinlerini de o, arkandan gelerek toparlayacak. 2. viteste o da bağırtıyor olacak arabayı.bu kadar da deli değilim tabikide...burda yazılan şeyler, bahsedilen kurumlar-tabi varsa- tamamen hayel ürünüdür. arkamdan sonra, sağda solda sadist diye bahsedilmesini istemem.ama eminim fütursuzca sadistlik yapan bir çok insan vardır. belki de etrafımızda, belki de değil.neyse. ben arada sırada fütursuzca davranabilmek çok isterdim.yarın ölecekmiş gibi bugünün tadını çıkarmaktan hayatta kim keyif almaz ki? peki yarını düşünmeden bugün neyin sahibi olabiliriz ki dediğini duyar gibiyim...yarını düşünerek bugünden keyif almamak 4 yıllık bir üniversiteyi 4 yılda bitirince kaybettiğimiz 4 yıl demek bence. 4 yıllık bir üniversiteyi 5 yılda bitirdiğimizde kaybettiğimiz 1 yılken. keyfini çıkar ve günün tadına yaşa derim ben. fütursuzca. hayatta fütursuzca yaşamak dileğiyle. bir kez daha söylemek gerekirse yarın ölecekmiş gibi yaptığımız, geçirdiğimiz herandan keyif almamız dileğiyle.

5.07.2011

Ayın Müşterisi

O büyük mağazaya gittiğimde yine o tezgahtar ile karşılaştım. Geçen sefer bu adam yüzünden mağazadan hiç ihtiyacım olmayan bir ton şey almıştım. Ama bu kez beni kandıramayacaktı. Sadece bakıp çıkacaktım. “Genar Bey hoşgeldiniz!” dedi gülümseyerek. Benim adım Genar bu arada. “Hoşbulduk” dedim. “Sizin çok hoşunuza gideceğini düşündüğüm bir ürünümüz sadece bu saat için yüzde yetmiş indirimle satılıyor efendim almayı düşünür müydünüz?” dedi. “Yüzde yetmiş mi? Harika! Oldu hemen alayım bari! Hah! Sen beni hâlâ geçen hafta elinde kutularla, poşetlerle çıkan adam sanıyorsun galiba? Ben artık değiştim! O eski müşteri değil karşındaki tezgahtar efendi!” diye düşünürken aynı esnada “Hmm… Nedir o?” diye sordum sanki gerçekten ilgileniyormuşum gibi. Kesinlikle almayacaktım, numara yapıyordum. “Bu bir Ayak Standardı Yükselticisi!” dedi. Nasıl? “Diyelim ayaklarınıza kara sular indi. Bu alet ayağınızdaki kara suları; berrak, pırıl pırıl sulara çevirir ya da ayağınızda bir ayakkabı var ve ayağınız kaşınıyor. Artık ayakkabıyı ayağınızdan çıkarmak zorunda değilsiniz” Ayak Standardı Yükselticisi ha! Para tuzağı! “Hmm ne kadar ilginçmiş…” dedim sanki alacakmışım gibi. Gülesim geldi o anda. Adamla çok eğleniyordum doğrusu!
Uzun bir süre bana aletin nasıl kullanıldığını anlattı. Arada espriler yapıyordu ve birlikte gülüşüyorduk. Ben de arada bir sanki gerçekten almayı düşünüyormuşum gibi “Hmm…” ya da “Çok güzelmiş…” türünden laflar ediyordum. Sonunda “Alıyor musunuz?” diye sordu. “Sonra, bakarız” diye yapıştırdım cevabı intikam alırcasına. “Fakat indirimin bitmesine sadece beş dakika kaldı” dedi kaşlarını büzüştürüp endişelenir gözükerek. Belki de dediği kadar ihtiyacım vardı bu alete? Yok canım! Ayak Standardı yükselticisiymiş! Peh! Sonra bir sır verir gibi kulağıma fısıldayarak, “Size tavsiyem, bu fırsatı kesinlikle kaçırmamalısınız, çok hesaplı” dedi. “İlgilenmiyorum” dedim. Ben böyle söyleyince bana olan o dostane bakışları bir anda değişti ve arkamda duran çiftle ilgilenmeye başladı.
Ama tüm o şakalar, gülüşmeler? Aynısını onlar için de yapmaya başlamıştı. Kıskanmıyordum hayır. Belki sadece ilgisine alışmıştım ve birden böyle davranması beni… “Almayacaklar!” dedim içimden. Bir köşeye sinmiş olanları izliyordum. Derken aleti yüzde yetmiş indirimle satın aldılar. Birlikte gülüşüyorlardı. Çok mutlu gibiydiler.
O sırada ayağım kaşınmaya başladı. İşte bir işaret! Elbette ki böyle aptal bir alete ihtiyacım yoktu ve bunu kendime rahatlıkla kanıtlayabilirdim! Kaşıntı geçsin diye ayağımı yere sertçe vurdum fakat kaşıntı azalmak şöyle dursun arttı. Bir köşeye geçtim ve ayakkabımı çıkardım ve kaşımaya başladım. Lakin çorabın üzerinden kaşıdığım için ayağımı kaşımaktan çok gıdıklamışım gibi oldu. Parmağımı çorabın içine soktum. Öff! Ta en ucu kaşınıyordu! Ayakkabım elimde, tek ayağımın üstünde zıplaya zıplaya biraz daha kuytu bir köşeye geçtim ve çorabı çıkarıp ayağımı hatır hutur kaşımaya başladım. Oh. Kimse görmemişti neyse ki.
Düşünceli vaziyette bir köşeye oturdum. Bu koca mağazayı gezerken ne kadar da yorulmuştum! Şimdi Ayak Standardı Yükselticisi olsa ayağımda, ayaklarım dinlenirdi oysaki. Ben ne yapmıştım! O aleti mutlaka almalıydım. Koşa koşa tezgahtarın yanına geldim, “Almak istiyorum!” dedim. “İndirimin süresi doldu Genar Bey.” dedi. Doldu mu? “Bir daha ne zaman indirim olacak peki” diye sordum, “Hiç belli olmaz.” dedi. Ama ben şimdi ayaklarımın standardını yükseltemeyecek miydim? Çok sinirlenmiştim! “Ah Genar! Pabucumun Genar’ı! Akılsız başın cezasını ayaklar çeker!” diyordum kendi kendime. “Ama” dedi tezgahtar gülümseyerek. “Sizin için harika bir kampanyamız daha var. Jelibon makinesi ve Tabureli Pantolon alana Ayak Standardı Yükselticisini yüzde elli indirimle veriyoruz.” “Harika! Hemen alıyorum!”
Ben faturayı öderken, mağazadaki kameralardan birine yakalanan bir görüntüm dev ekranda belirdi. Bir çorabım cebimden sarkar vaziyette çıplak ayağımı kaşıyan bu dev görüntümün altında “Ayın Müşterisi” yazıyordu…

5 Temmuz, 2011 | Murat Karaca -Afilli Filintalar sitesinden alıntıdır-

3.07.2011

İncir Reçeli

Fena sayılmaz, sonuna kadar tahammül edebileceğiniz nadir türk filmlerinden.
Sonunda da ağlamamak için kasabilirsiniz tabi ki de duygusal bir insansanız.
Keyifli seyirler...

1.07.2011

5 Days Of August -Savaşın 5 Günü-

Şu 2008 ağustos döneminde ki savaşı ( Güney Osetya - Rusya-Gürcistan ve son olarak Abhazya'nın katılımı ile aralarında gerçekleşen gerilim ve çatışmalarla başlayan savaştır.) anlatan film. başlarkende gerçek bir hikayeden uyarlamadır diye zaten bizleri uyarmakta.Ben bu kadar iyi bir savaş filmi olabileceğini tahmin etmiyordum fakat beni tam anlamıyla ters köşe etti.Eminim ki izleyenler film hakkında benim gibi ters köşe olmuşlardır. İyi film. İzlenesi var.

26.06.2011

başlık sence ne olmalı?

milyonlarca toplu iğnenin, içinde olduğunu hissettin mi sen hiç? arada da olsa hissetmişsindir. peki n'yapacaksın. nasıl olacakta o iğnelerin vücuduna batmasını engelleyeceksin. ya da en az hasar ile oradan kurtulacaksın. evet evet. kurtulmak. sıyrılarak, sana batmasını engellemeye çalışarak, hoplamadan, zıplamadan. bir şekilde kurtulmak. az bir kan ile. belki dirseğini çizdirerek, belki başka bir yer... hani küçükken her çalının içine saklambaç oynarken girersin ya. sonra sobelenirsen. farkına bile varamassın halbuki ebenin yanına kadar geldiğini ve etrafında ki insanlara seni gördüğünü belli eden kaş göz işaretleri yaptığını. son anda adına bağıra bağıra söyler ya. sen de fırlarsın çalıların arasından ondan önce sobelemek için. ebeyi... ama dikkat etmememişsindir can havliyle çıkmış olduğun çalıların arasından çıkarken fiziksel temaslara. işte o sırada çizilir dirseğin, dizin,kaşın, gözün, götün, başın vb... peki bu şekilde ufacık sonradan sıcak suya değdiğinde yakacak, arada da elinle kaşındığını düşündüğün çiziği kaşırken hissettirecek derecede hafif bir acı. ama tatlı bir acı. kaşınıyorsa zaten iyileşiyordur aman be dedirten bir kaşıntı yani. akabinde o tatlı acı. çıkarsın bir şekilde. kanlar içinde de kalsan, çizikler içinde de. çıkarsın. ve sonra yeniden girersin merak etme. hadi ama hayır deme bal gibi de girersin. insan oğluyuz biz kimse kimseyi kandırmasın şimdi. ne yani şimdi sen denize girdin ve yüzebileceğin boyutlara kadar suyun yükselmesini sağlamak adına suyun içinde ilerlerken, hiç beklemediğin bir anda , ayağına deniz kestanesi batsa. ve tatilin diğelim ki iki hafta olsa ve üçüncü günde ayağın düzelse, sen bir daha o denize girmeyecekmisin. farklı sahil, farklı koy,farklı deniz. aynı deniz, aynı sahil, aynı koy... kandırmaca yok, kesinlikle gireceksin.
merak etme diyorum kendime her defasında. o iğneler tek tek temizlenir, o çizikler tek tek, kaşıyarak yarayı deşsen de düzelir, kapanır gider.
mantıklı düşünen bir insanın mantığı, duygusal düşünen bir insanın kalbi her daim toparlar iğne dolu bir dünyanın içinde çizilerek yaşasa bile vücudumuz.
Başlık sence ne olmalı?

17.06.2011

Film, Replik, Sahne

Bundan sonra, ayda bir kere, belki hafta da bir, günde bir-bu imkansız o kadar sıklıkla film izleyebildiğimi sanmıyorum- izlediğim filmler ile ilgili ilginç, keyifli olabileceğime inandığım replikler ile burada tartışma yaratırcasına yazacağım arkadaş:)

Kaybedenler kulübü ile başladım bakalım. unutmazsam, unutturmazsan. en azından ayda bir kere yazıcam.
Madem mevsimlerde kayma oldu, madem artık yazı yaşamak için ağustos belki de eylülü beklemek zorundayız- bence ve bana katılan seninde düşündüğün gibi- aa ka pe yüzünden artık hem türkiyenin hemde bizim dengemizde bir sapma var.evet evet mevsimlerde ki kayma kesinlikle aa ka pe yüzünden...
Bu arada, kaybenler kulübü film müziklerinden my woman top onda bir numara...

Kaybedenler Kulübü

Allah standartlardan ayırmasın...

-hiç birisinin sana sahip olduğunu düşündüğün oluyor mu ya da bir şeyin?
-evet, evet farkettim bunu. her farkettiğimde de gitmek istedim. bazı insanlar aile kurmaya önem verirler, yani buna değer verirler, bazıları ise başka bir takım şeylere verirler. bunlara değer verirken niye değer verdiğini düşünmez birey, toplumun içinde erimiş olan birey. koleje girmeyi bir değer olarak saydığı için artık o kişiliğini yok sayma halidir. koleje girmek için yarışır, üniversiteye girmek için yarışır.iyi bir işe girmek için yarışır, güzel bir kadınla evlenmek için yarışır. devamlı bir yarış ve kazanma zorunluluğu.
-aslında kazanmak ne dir ki? en büyük zaferi kazandığında bir antonyus olduğunu düşün... Parise geldiğini ve bir takın altında olduğunu, ve bütün insanların senin altında olduğunu, gücün en üstünde olduğunu, yalnız kaldığın o an da ne oldu be şimdi ne olacak diyorsan... kaybedensin sen. kaybetmişsin, yani o an da en büyük zaferin içinde kaybetmişsin.
-peki bunun farkında olmak, yaşlı bir kızılderilin dediği gibi:hayatın bize sunamadıklarını mı sunar yoksa, bir radyo dinleyicisinin dediği gibi sanat, diğer tüm şeyler gibi seks için midir?
yaşlı bir kızılderili ne kadar yanılabilir?
-bazen yanılabilir.
-bazen susar.
-bazen konuşmak ister.
-bazen dinlemek ister.
-bazen yalnız kalmak ister.
-bazen arkadaş ister.
-bazen gitmek ister.
-gider bazen
-bazen gidemez
-bazen hiç gidememekten korkar.
-bazıları sonsuz neşeye dolar.
-bazıları sonsuz geceye...
-bazen ölür
-bazen ölemezsin
-bazen bütün koşullar uygunken bile ölemezsin
-bazen kendinden uzaklaşmak ister insan
-bazeen gidersin, sırf dönebilmek için.
-bazen ağlarsın bayağı
-bezen ağlayamıyorsun bayağı bayağı, bazen içiyorsun, bazen sen zaten içmeye gidiyorsun, bazen acıbademden bir taksiye biniyorsun kadıköye gidiyorsun, bazen yüzüne bile bakmıyor
-bazen bir kadın geliyo oturuyo karşına ve ağlıyor
-kadınlar hep ağlıyo
-bazen bir kadın sana en çok korktuğum şey bir kadının göz yaşıdır diyor, kendi adına. eğer çok sevdiysen diyor, yani çok sevdiysen, oysa bilmiyor ki sevmekte bir ana ait.
-herşeyin başı su
-felsefeninde...

-alo, iyigeceler
-merhaba sayın dinleyen sizinle daha önce yatmış mıydık?
-anlamadım
-teknik olarak kadın mısınız?
-evet,biyolojik olarakta tabi
-ilk açılışınız ne zaman yapıldı?
-ne açılışı?
-açılış, açılış yani ilk pompa, la pompa,bil pomponi, le pompier?
-daha yapılmadı
-aaa o zaman sizinle bir kaç yıl sonra konuşucaz.
-neden?
-çünkü, bu akşam yirminci yüzyılın en popüler pozisyonlarını oylayacağız...

Kaybedenler Kulübü filminden bir replik...
İzlenmedi ise, merak edilmediyse...
İzlenmeli derim ben. eğlenceli bir film. Bence, son zamanların en iyi filmleri arasında ilk onda...
Keyifli seyirler:)

14.06.2011

Kadın Dediğin

Kadın dediğin iyi sevişecek arkadaş.
Koyun gibi yatmayacak, kımıl kımıl olacak yatakta.
Aklını başından alacak ama, aklını sadece bununla yormayacak.
Delireceksin ama delirmen hastalıktan olmayacak.
Uzanıverdi mi yanına boylu boyunca, göğsünde atan kalbinin yerine koyacaksın kendini, ruhunu, herşeyini.
Aşksız yatmayacak yatağa ve sen bunu bileceksin.
Kadın gibi kadın olacak kadın dediğin, çıtır çerez niyetine yemediğin.
Bir gecelik değil, ömürlük olacak ömürlük.
Yıllara rehaveti değil huzuru taşıyacak.
En seksi leydi olmayı da bilecek,hanım sultan olup sözünü geçirmeyi de.
Cıvık konulara takılıp zaman tüketmeyecek, küfretmeyecek,
Kadın dediğin ayıp nedir bilecek.
Sıkboğaz edip seni yalancı durumuna düşürmeyecek.
Seni öyle bir tutacak ki arkadaş, sen bile şaşıracaksın öyle tutulduğuna. iki lafın başı, her
tartışmada ayrılalım tehtidi savurmayacak.
Sabırlı olacak ve asla gururuna dokunmayacak…
Tuzu az, şekeri çok gibi limiti olmayan prosedürlerle yemeklerle işi olmayacak.
Şöyle pastırmalı kurufasülyenin yanına tereyağlı pilavı konduracak şüphesiz.
Salatasız oturmayacak yemeğe.
Temiz olacak herşeyden önce mesela köfteyi mıncıklarken elleri yahut pahalı parfümlerin
sindiği, boyacı küpü gibi, her öptüğünde bulaşık bir tadın kaldığı bir kadını öpmeyeceksin.
Buram buram aşka sarılacaksın arkadaş.
Buram buram kadın kokacak kadın dediğin.
Kadın dediğin güzel olacak…
Zeki olacak zeki, seni bir hamur gibi karmasını da bilecek, o hamura kendini katmasını da…
Paranın güzelliğini bilecek ama ne parasızlığın ezikliğini ne de paranın kudurmuşluğunu yaşayacak.
Değerlerini bir anlık hevesler uğruna terketmeyecek.
Namussuzluğunu , ahlaksızlığını ancak ve ancak seni baştan çıkarırken kullanacak, yan gözle adam kesmeyecek ,başka sevgili edinmeyecek.
Sarışın, renkli gözlü uzun bacaklı, beyaz tenli, ince bilekli dilber filan fasarya…
Kadın dediğin hatun olacak arkadaş, sözüne güvenilir, olacak.
Bileceksin ki konuşulanlar burada kalır, kapıdan çıkmaz bir daha.
Ağzı sıkı olacak kadın dediğin.
Sırrını tutacak ama gününü bekleyip kusmayacak…
Para lazımcılardan, kürkçülerden, cep telefonu manyaklarından,dırdırcılardan,
unutkanlıklarını senin üzerine atanlardan, kendi yetersizliğini seni suçlayarak rahatlayanlardan,
raf süslerinden,tehtidkarlardan, kaçaklardan, kıkırdayanlardan, boş bakanlardan olmayacak.
Saflığı, cahilliği, aptallığı oynamayacak, biraz ukala olabilir ancak sana rol yapmayacak.
Bir şeyi çok isterse ve inançları doğrultusunda yapacak.
En önemlisi kendini sevecek arkadaş, kendini sevmeyen kadından sana ne hayır gelir.
Bir bakarsın ki yıllar sonra bu kadınla ne yatağa sığabiliyorsun, ne toprağa…
Koluna takıp gezmesini de bileceksin gururla, koynuna çekip sevişmesini de şehvetle.
Analığını da bilecek, çocuklarından saygı görmeyi de, anaya babaya hürmet etmeyi de…
Kadın kadın olacak be, seni sadece sen olduğun için, sensin diye sevecek.
Parayla pulla, kariyerle,kimin ne dediğiyle ,sınırlamayacak.
Hem sevgilin, hem arkadaşın, hem annen, hem çocuğun olacak, bağrına basacaksın huzurla…
Bileceksin ki evde ‘O’ kadın tarafından beklenmenin zevkini hiçbir zevk yaşatamaz sana…
Öyle bir kadın işte…
Nerede oyle kadın yoktur deme…
Sende adam olacaksın seçmesini bileceksin!
CAN YÜCEL....

11.06.2011

Artık

Kafamın içinde filler dans ediyormuş gibi hissetmeye başlayalı pek de uzun zaman olmadı aslında. Hiç bir zaman bitmeyecek olan bir yol çalışmasında hilti kullanıyormuş gibi hissediyorum artık. Attığım adımlar başarısızmış gibi hayata, ve yapmaya çalıştığım anlamlı bir o kadar da anlamsızmış gibi. Yorucu yaşam tarzları, uğrak olmayan ama yine de iflas etmeye ramak kalmış yol üstünde ki bir restoran gibi kapatmamaya direniyorum dükkanımı. Bana bakan siyah kedi, çoğu zaman yakmaya üşendiğim tabure üstü lamba, kapı arkasında her zaman yeri orasıymış gibi asılı bir kaç kirli gömlek, bitmeyen bulaşıklar sırdaş olmuş farkına varmadan yalnızlığa. Çoğu zaman bir kaç soğuk içecek rahatlatır oldu reflü denen ve çoğunlukla stres ile nüks eden tatlı yakmayı. Büyük bir sessizlik ile uyanır, su sesiyle ayılır oldum, güneşin yüzüme vurduğu ısı ile değil. Olsun demeler büyük bir parçanın tamamlanan ufak ayrıntıları oldu. Yorucu oldu hatta o ayrıntıları kabullenmeye çalışmak, sıkıcı ve itici...

Yazmak ile rahatlatır oldum, okumak ile. Görmek daha bir karmaşık hale getirdi, dışarıda ki koşuşturmaya dahil olmaya çalışmak cabası. Zaten artık dahil olmak istemez oldum. Bıraktım, istemekten de bıraktım.

Duymak ki zaten zor olan sanırım duymak. Katlanılası olan şeyleri duymak da artık çileden çıkarır oldu. Duymak istemez oluyorsun çoğu zaman. Konuşurlarken dinlemek istemezsin ya, anlamsız gelir ya, sıkar ya... Onun gibi aynı.

Zamanı geldi dersin ya... zamanı geldi.

Çok Saçma Ama Düşün

Suyun içinde koşturmak gibi istediğin yaşama varmak sanırım. Çok uzun bir kavak ağacı düşün, ucunda da almak istediğin bir yaprak var. Ama o kadar uzun ki, dünyanın en uzun ağaçları olan sekoya ağacının nereden bakarsan bak en az 3-5 katı daha uzun bir kavak ağacı düşün. Yani 115.5 metre olan sekoya ağacının en az 3-5 katı kaç ise işte o kadar uzun bir kavak ağacı düşün.

Bu uzunlukta ki bir ağacın en üstünde ki bir yaprağa hayatın pahasına ihtiyacın olduğunu düşün şimdi. Bu kadar da değil. Bu yaprağı alman gerekmekte.

Evet senin alman gerekmekte işe yarayabilmesi için. Biliyorum çok saçma ama düşün, sadece ve sadece sen o yaprağı o ağaca tırmanarak alabilirsen o yaprak işe yarayacak.

Traji komik olan ise; senin yükseklik korkunun olması.

Ne sanıyordun ki dağcı falan mı olduğunu. Bu hayatta zor olmayan birşeylerin olduğunu... Güzel sonlanıcak şeylerin basit yollardan geçtiğini mi?
Ne sanıyordun..!

Hayatın basit temel kurallar üzerine kurulduğunu mu?
Nefes alırken vücüdumuzda ki trakeden başka hiçbir organının bir işe yaramadığını mı?
Ne yani sadece akçiğerlere inen havanın tek başına bir anlam ifade ettiğini mi?

Ya...

Basit gibi görüneni, zor olduğunu bildiğin her şeyin, yok yok basit olduğunu mu?

Yıldırım çarpmasıyla karşılaşınca keşiş olmak isteyebileceğini falan sanıyorsan, öyle bir dünya da yaşamıyorsun...

İnanmıyor musun?

İnanmıyorsun diye kimse-milattan önce, sonra- seni heretik ilan etmiyecek biliyor musun?

10.06.2011

İnanç

İnanç sistemi hepimiz için farklı işliyor. İnanmak istediğin şeye mi inanırsın yoksa bildiğin şeye mi körü körüne inanırsın?

Her daim sorar insan bu soruları kendine ve daha binlercesini. İnanmak ile ilgili ya da hayat ile ilgili.Sorarsın. Evet boş boş sorarsın kimi zaman. Kendine.

Güvenmek zorunda mısındır? Evet güvenmek zorundasın. İnanmak zorunda mısın evet kesinlikle inanmak zorundasındır bazen. Küçük de olsa ve hayatının büyük bir kısmını bile kaplasa. İnanmak ve güvenmek.

Peki güvenen insan mı inanır, inanan insan mı güvenir?

Sormamıştım taki iki güne kadar bu soruları kendime. Biliyordum çünkü güvenen insanın inandığını. Evet bazen inanmak ve güvenmek bazende güvenerek inanmak istersin. Olmaz yapamazdın, kendinde o gücü bulamazsın, bulmak istemezsin. Hayır hemde çok istersin bu güveni kendini bulabilmeyi. Yapamazsın, güvenemez ve tabi ki de bağlı olarak inanamazsın kimseye. Ya da inanırsın koşulsuz şartsız bu hayata ve sana getirdiklerine. Karışık biraz inanış ve bağlı olarak güveniş ya da güveniş ve bağlı olarak inanış.

Can sıkıcıdır. Evet hemde çok sıkıcı. Gücünü kaybettiğini düşünürsün, bir yerlerde kaldığını adım atmakta zorlandığını. Sağa, sola, önüne ya da arkana adım atmakta zorlanırsın bazen. İnanış ve güvenişin içinde kaybolmak. Yapamadığını düşünmek ve dahası.

Bırakırsın ve pişman olursun, bırakmazsın ve kendini yer pişman olursun.
Evet aklın almaz ve almamaya devam eder. Sarılacak her hangi bir, kukla bile olsa bulamazsın etrafta. Değil bir dost, bir anne, bir abla, bir abi, bir kardeş bulabilesin. İnanmak ve güvenmek için.

Hayatın tam olarak anlamıdır. İnanabilirsen yaparsın, bunu da sen gayet iyi bilirsin. İsteyip yapamamak. Çok uzak bunu da bilirsin.

Arkanda bırakamayacağını düşünürsün. Belki de bırakamayacaksındır. İnanamayıp güvenemeyeceksin. Ama bekler insan. İnanılması ve güvenilmesi gerektiğini.

Ve, evet... İnanırsın ve güvenirsin hayatın sana getirdiklerini.

Ama unutamazsın günlerce, aylarca, yıllarca...

Ama evet, artık inanmış ve güvenmişsindir. Hayat daha güzel olmaya, anlam kazanmaya, siyahın içinde ki kırmızıyı görmeye başlamışsındır...

Evet, güzelmiş dersin, daha da güzelleştiğini bilirsin, keyifli hale geldiğinin bilincine vararsın sonunda.

Ya da yer bitirsin kendini hayatının sonuna kadar...

Hadi, seç bakalım, ayrım yap, geleceği görmeye başla. Zor demi hemde çok zor.

Aldığımız kararları hayata geçirmeye ve bu kararların doğru kararlar olmasını beklemek zor demi?

Kimse sana kolay olacağını söylemedi ki!!! Hayat basit ve herşey basit olacak demedi ki!!!

Sadece sana dedikleri şey: hayatı kolaylaştırmak, güzelleştirmek senin elinde dediler.
Sen seç dediler ve sen uygula...
İnan ve güven dediler sadece ama bu senin seçimin dediler.

İnanış ve güveniş mi?

7.06.2011

Bilmez miyim Hiç

Bilmez miyim hiç bütün bu sözler ne der ona
Bu sözler ve bu sözlerin içinde çırpınan uzaklıklar
Dolaşıyorum bir başıma, ortalıkta kimsecikler yok
Kıyılar da bomboş, kır yolları da
Soluğumu duyuyorum ara sıra, bir onu duyuyorum
Duymuyorum belki de, biliyorum yalnızca
Ayaklarımın altında yaban naneleri, kekikler
Yol kenarında bir kapı, tahta
Peki, kim yitirmiş evini, ya da
Hangi yitikle yok olmuş o yapı
Kimbilir
Vuruyorum yokuş aşağı, kıyıya
Bir taşın üstüne oturuyorum
Ben oturur oturmaz
Çıkıyor kuytularından bütün görünümler
Ve ufak bir oyun oynuyor bana doğa
Alıp alıp götürüyor gözlerimi bıkmadan
Kısalıp uzayan bir çift yılan balığını andıran gözlerimi
Güneşin şavkından yuvarlanan çakıllara
Tam o sıra bir vapur yanaşıyor iskeleye uzun sürecek bir sonbahar taslağı gibi
Denize yeni sürülmüs bir tarlaya benziyor, uyanık, diri
Ve işin tuhafı bense
Alışıyorum gittikçe
Her gün bir parça daha alışıyorum yalnızlığıma
Ürperiyorum bir ara arkamdaki ayak sesinden
Ve bu yüzden mi bilmem
Durup bir süre çevreme bakar gibi yapıyorum
Sürüyle kus havalanıyor defnelerin içinden
Sürüyle, evet, hatırlıyorum birden
Nicedir unutmuşum saymayı bile günleri
Dağılıp gitmişler herbiri bir yana
Kuşlar gibi, onlar da
Benimse ne gidecegim bir yer
Ne de özlediğim bir şey var
Öyleyse neden yazıyorum bu sözleri ona
Bu biraz sevdaya benzeyen, biraz da sevdasızlığa
Böyle gelişigüzel, böyle kırık dökük
Sanki hiç kimselerin kullanmadığı bir gün kalmış bana.

Uzun bir cumartesiyi hatırlıyorum, saat on iki
Dalıp gidiyorum, düsünüyorum da, saat on iki
Bir sigara yakıyorum, bir kağıda bir iki dize yazıyorum
Yerini iyi bilen, onurlu bir iki sözcük daha
Ama hiç kımıldamıyor, akrep de, yelkovan da
Yani tam böyle birşeye benziyor zaman
Yılgın ve çarpıcı renkler içinde pek kımıldamayan
Çıkageliyor sonra, saat on iki.

Anlıyorum
Yaşam elbette uzun biz duyabildikçe sevgiyi
Yalnızca bunun için uzun
Yani sevgiyle de sevebilir insan, sevdayla da
Örneğin
Bir sevgiyi yontup onarmak için
Döğüşmek de sevgidir
Ve benim bildiğim kadarıyla
Her şeydir bir insan, her şeydir
Yalandır kısalığı yaşamın
Ve özellikle insan dediğimiz şey
İnançli bir insan soyunun parçasıysa.

Sonunda başbasa kalıyoruz gene
Başbaşa kalıyoruz doğayla ben
İşte az önce yağmur da başladı, cumartesi günlerden
On temmuz cumartesi
Bir vapur daha kalkıyor iskeleden
Ve yağmur hızlanıyor biraz
Uzanıp yatsam diyorum otların üstünde çırılçıplak
Tam öyle yapıyorum
Şimdi yağmuru seviyorum

...

İnsanın başına gelen şeyleri yazması sivil hayata adapte olduğunun bir göstergesi olsaydı, ben değil sivil hayata dünya üzerinde ki her hangi bir hayata bile adapte olamazdım sanırım...

Kesinlikle olamazdım. Arkadaş, insanın başına ilginç gelebilecek ya da gün içerisinde ilginç bile olmasa da hafif meşrep bir muhabbete dahil olabilecek bir dakikam bile geçmez mi?
Mesela; şöyle parlak çocuklara ders veren bir tip olsam ilginç bir kaç şeyle karşılaşır mıydım?
Ya da bir terapistim olsaydı...

Aslına bakarsak bir terapiste sahip olmak gerektiği fikrini her zaman benimsemişimdir. Bence olmalı derim her kesin derdini-her hangi bir derdi varsa- anlatması gereken birileri. O zaman üstesinden gelemediğimiz sıkıntılarımızın, kesinlikle bir problem olamayacağı gerçeğini...

Yani ben bir terapiste gitsem şuan için ilk sırada isteyeceğim-anlatacağım- halı saha maçında burkmuş olduğum sağ ayak bileğimin aslında tamamen iyileştiği, benim beynimin içinde ki o anlamsız olan hücrelerime, beni transa geçirerek anlatmasından başka hiç birşey olmazdı herhalde...

İkincisi kesinlikle sıradan giden bu çalışma stratejisini alevlendirmek olmasıdır.

27.05.2011

Keşfetmeye Değer Mi?-4

Devam ettik yol boyu cehennem demediği ama benim tam anlamıyla hayellerimde canlandırdığım cehennem ile bire bir olan yolda ilerlemeye.

-Evet Faruk, artık bir takım istekleri gün ışığına çıkarabilmek adına kısaca da olsa konuşmamız gerektiğinin bilincindesin...

-Ama sen, sen şuan kafanın içinde nasın oluyor da konuşabiliyorsun?

Bunu sormam gerçekten saçma ve bir o kadar da gereksiz değil de nedir acaba?

Hayır zaten birden bire arabanın içinde belirmesi ve elindeki küçük sopa ile yolu ikiye bölmesi, dahası beni kovalayanlardan kurtarmasını bizzat kendi ruhum ile görmeme rağmen neden hala inanamıyordum.Nasıl olur da hala kafamda bazı mantık çerçevelerinin vermiş olduğu sese kulak verip, gözümü açıp kapatarak, şimdi bunların hepsi hayel Faruk diyebiliyordum ki kendime...
Kabullenmek, evet bu kadar zor olabiliyormuş demek ki. Sizi cehennem sıcağına boğup, sizden bazı şeyler istemek için yanınızda beliren her hangi bir zebani olmadığından sanırım bunları anlaması zor olsa gerek.

-Benim seninle konuşabilmem için ağzımı açıp sana dişlerimi göstermeme, harflerin doğru düzgün telafuzu edebilmek içinde dilimi damak boşluğuna vurarak konuşmama ya da bir takım harfler için tıslar gibi dilimi dişlerimi vurdurmama gerek olmadığını söylememe gerek olduğunu bilmiyordum Faruk.
Ki sen aslında gayet zeki birini benziyorken neden hala bunları merak ediyorsun da, asıl seni neden ziyaret ettiğimi merak etmiyorsun acaba?

O kadar ilginç ve o kadar değişik bir ses tonu ile, başka bir yerden gelen-cehennem olduğuna inanmamak imkansız-bu zebaninin kafamın içinde bağırarak konuşması sanki beni sağır edecekmiş gibi hissettiriyordu.

Elimden geldiğince ne istediğini öğrenmeyi engellemek için uzatmayı düşünmüyor da değilim bu anlamsız kelimeler üzerine kurulmuş,ağzından çıkan her bir harfte korktuğum çirkin muhabbeti.-ki biz muhabbet dediğimiz de iki ya da daha fazla insan topluluğunun birbirleriyle yapmış olduğu hoş ya da sıkıcı konuşmalar dizisini anlarız-

-Ne istiyorsun benden?

Soruyu sorarken bana bakmayan zebani,sormam ile birlikte o kadar hızlı bir şekilde suratını çevirdi ki, o an yüzünün aktığını gördüğüme yemin edebilirim.
Suratında cevabı verecek olmanın pis sırıtışı,isteyeceği her ne ise onu alacak olmanın vermiş olduğu güven her halinden belli olan zebani, bana sadece tek bir kelimeden ibaret, beş harften oluşan,ve dünya üzerinde ki her kesin kaybetmemek için birbirleri ile balık istifi bir şekilde yaşamaya çalışmasının doğal kaynağı değil de neydi acaba...

Hayatım da iki kez bu şekilde frene abanmışımdır ama ikisinde de hiç bir işe yaramayan pedallara basarak, zaman kaybettiğimi anlamam sadece üç saniyemi aldı sanırım.

Söz Uçar Yazı Kalır

Yok yok, istersen eğer aklına gelebilecek her şeyi burdan yazabilirsin...

Buradan, seni hayatı boyunca bir kaç kere görmüş birisine ilanı aşk yapabilirsin, belki de görmesine rağmen farkına bile varmamış birisi olabilir bu, hatta farkına varmıştır ama senin hakkında her hangi bir duyguyu, senin ona hissettiğin gibi hissetmiyor olabilir bu insan...
Bu insan senden büyük olabilir, gayet doğal. hatta çok küçükte olabilir.
Ya da ne bileyim buradan, kimseyle paylaşamadığın acıları da paylaşabilirsin...
Hani başından inanılmaz bir türk filmi hikayesi geçer ve hayatının en mutlu günü o gün olur ya, işte bu tarz bir şey başından geçtiğinde bu blogu okuyan insanların her hangi bir tanesini bile düşünmeden bu güzel hikayeyi buradan, evet buradan paylaşabilirsin.
İnsanın sanırım özgür olduğu yerlerden bir tanesi de paylaşım siteleri ha, ne dersin?

Hani sevgiline anlatamazsın, annene kızamassın, babanı özlersin, dayınla kavga edersin ve işte onları karşına alıp derdini anlatamazsın ya, işte o zaman kendini en özgür hissettiğin yer olan bazı sosyal sitelere, bazı sosyal yazılar yazarsın ki, saat de fark etmez. Bilerek isteyerek yazarsın o an aklına gelen her şeyi bir çırpıda.

Kimimizin hayatı bu olmuştur, kimimiz de hayatımız da ki insanları kırmamak adına yazar buralara onlar ile ilgili düşüncelerini ya da onlara o an söyleyemediklerini...

Evet evet bende arada sırada da olsa yazarım hüsranımı dile getirmek için bu tarz sitelere, ya da sevincimi her kesin paylaşması için yazarım, ya da ne bileyim yazarım sadece aklıma gelen bir şeyleri unutmamak, unutturmamak için beni sevenlere...

İyidir yazmak, bir kavgayı bile burada yazıp rahatlayabiliyorsanız iyidir gerçekten... Ne bileyim bir ''soru işareti''ni yazabiliyorsanız derdinizi anlatamadığınızı düşünerek, kızarak, hayel kırıklığına uğrayatak....

Ve sonra rahatlatıyorsa paylaştıklarınız acı bile verse, o an yaşananları hatırlatsa, siniriniz kalksa bile tekrar tekrar okumaktan, iyidir yazmak...

Sizi rahatlatır...

Denemelisiniz. Salak saçma gelebilir çoğu zaman yazmak, ama bana ne diyobiliyorsanız ve yazdıklarınız da gerek keyif, gerekse hüznü görebiliyorsanız ve başkalarının da görebildiğini fark edebiliyorsanız yazın derim ben ara sıra...

Bu bir 'soru işareti' hakkında duygu düşünceniz dahi olsa yazın...

Göremiyebilirsiniz ya da anlamıyabilirsiniz o an hiçbirşeyi...

Zamanında romalı kardeşlerimizin dediği gibi' söz uçar yazı kalır'...

26.05.2011

''Her şey de bir hayır vardır''

Yok arkadaş , geçici bir süreliğine yeşil sahalara veda etmek zorunda kalmaktan ötürü: yorgun,sıkkın,üzücü durumdayım..ayrıca ayağımın altına koymuş olduğum iki yastıkla onu hava da tutmaya çalışmakta gerçekten zor olmakta ve tabi ki de sarmış olduğum bandajı arada sırada açıp, bileğime jel sürmek gerçekten çok can yakıcı... allahtan ağrı kesici bir ilaç çalışıyormuşum... bu his biraz da olsa rahatlatmıyor desem yalan olur...zaten bir daha ki halı saha maçında topu göğsümde yumuşattıktan sonra sağ ayağımın dışıyla almaya çalışmak gibi bir aptallık yapmayacağım ki bu bana resmen işlevini yitirmiş bir sağ ayak bileğinden başka hiç birşey bırakmadı...Televizyonda tüm gün net geo wild izlemek zorunda bırakan sakatlığımdan çıkarabileceğim hiç bir dersin olmamasıda bana kapak oldu tabi. neyse ki kitap okumak, kahve içmek, gazete de yayımlanan köşe yazılarına takip edebilecek olmam acımın tam olarak bir milyonda birini dindirmekte..herşeye bir de iyi yönden bakmayı alışmış biz türk toplumunun bir bireyi olarak zaten aklıma gelen ilk şey '' Herşey de bir hayır vardır'' oldu. Bu hafta sonu şehir dışına çıkıcak olmayı düşünmem, benim bu kazadan bu sakatlıkla-bana göre çok ağır hemde-çıkmamın tek sebebi...Kesin yolda başıma birşeyler gelecektide...

23.05.2011

Delirten Şeyler-4

Hani sağanak bir yağmur yağar ya; işte ben o yağmur yağdıktan sonra ne olur ne olmaz diye çatı altlarında yürürken, o anda kafamın en kel olan kısmına, çatı pervazlarından damlayan damla ile irkilmekten nefret ediyorum....

1500 parçalık bir Puzzel ı yapmaya başladığımda duyduğum heyecanın, son anda bir parçanın olmamasını anladığım an duyduğum hayel kırıklığına dönüşmesinden nefret ediyorum...

Bir şişe mariachi istediğimde, barın arkasında ki barmen diye hitap edilen arkadaşın, mariachi şişesinin ağız kısmına limon koymasına ve garson diye tabir edilen arkadaşın da bunu bana büyük bir servis harikasıymış gibi sunmasından nefret ediyorum... Hayır bira limonsuz, şekersiz, külsüz içilmeli arkadaş ki, mariachi zaten içinde yeterince limonu barındıran bir içki neticede...

Alırken utanıp, kullanırken utanılmayan şeyleri: alırken yaşadığımız o yüz ifadelerinden nefret etmemek mümkün mü? diye sorarım kendime...

Ana haber bültenlerini izlerken araya ne kadar lüzumsuz reklam varsa onları koymaktan utanmayan kanallardan, bunları yadırgamadan izleyen toplumdan, hatta ve hatta bu arayı tuvalet gibi ihtiyaçları sıkıştıran bu milletten nefret ediyorum...

Seçim zamanı geldiğinde; her kanalda boy gösterip, birbirine belden aşağı vurmaya çekinmeyen siyasetçilerden ve onların mitinglerinden nefret ediyorum...

Ösym başkanının bunca rezillikten sonra hale istifa etmemesinden ayrıca nefret ettiğimi bildirmekten süper zevk duymaktayım...

15.05.2011

Anlık

Bir dur demek lazım ama neye, ne zaman diyebileceğim konusunda her hangi bir fikrim bile yok...
Hani Arap tayı ya da ne bileyim işte bilinen başka ne var ki? Bir de İngiliz tayı...
İşte ben onlar gibi koşmaya başladığımı düşünüyorum artık, hemde her geçen gün, her geçen saat, dakika....

Evet evet bazı şeylere dur diyebilmek lazım şu hayatta...

Misal, ölme.. Ölmeni istemiyorum...Dur gitme....
Misal, bunu yemek istemiyorum...
Misal, bu filmi izlemek istemiyorum...
......

Zordan, ama söylemesi en kolay şeyden, basite doğru ufak bir sıralamaydı belki de bunlar, ama gerçekten inanın bana ölme demek en kolay istekken, gitmeyelim, yemeyelim demek en zor istek olmuş hayatlarda.

Konu mu saptı ne?

Hadi ama diyorum bazen kendime kalk, yürümeyi öğreneli çok uzun zaman oldu, artık koşmalıyım ve bunu yapabilecek anatomiye bir çok insandan daha fazla sahipsin...

Peki bunun için her zaman yaptığım şeyleri yapmam yeterli mi?

Kendimle biraz fazla mı konuşmaya başladım son zamanlarda ne?

9.05.2011

5 Mayıs

Koca bir çınarın devrilmesinin acısını kalbimin her bölmesinde hissettiğim gün 5 mayıs...

Hazır mıyım acaba dedim, oturmadan önce bilgisayarımın başına. Blogumu açmadan önce, mantarlı çorbamı içmeden önce, kapanmış olan arada da olsa kullanmadığım cep telefonumu şarja takmadan önce...

Bunun hazırlıkla bir ilgisi yokmuş ve ben 5 mayıs da hissettiklerimi yazmak için aslında beklememeliymişim... Yazmalıymışım sadece aklımdan, kalbimden, damarlarımın her yerinden geçen ve aklıma geldikçe tüylerimi diken diken yapan anı...

Gözlerimi her kapattığımda aslında görebiliyorum...
Baktığım her yerde aslında hissedebiliyorum...
Aldığım her lezzette saygıyla ana biliyorum...
Rus salatası yerken olmamış diyebiliyorum, o lezzetten sonra...
Gördüğüm her beyaz mermer taşta aklıma gelebiliyorsun....
Her bira içişimde tebessümle düşünebiliyorum o anları...

Bunun adı özlemek değil de nedir peki?
Bunun adı bilmek değil de nedir peki?

Aslında burada sabaha kadar yazabilirim biliyor musun her geçen kötü, tatlı zamanları ve inan bana tek tek yazdığım her şey, her ayrıntısına kadar unutulması zor anılar...

Bilmiyorum hatırlar mısın?

Ben daha ilkokul 4. sınıftım:)
Saçlarım düz ve amerikan kesimliydi. Yaklaşık olarak 1.50 boylarındaydım. çok küçükmüşüm ama bende ya.... şimdiye kıyasla bakıldığında o anlarda o kadar küçük bir çocuk olmam imkansız gibi gelse de evet evet bende o dönem çok kısa ve zayıf bir çocuktum.

Neyse okuldan gelmiştim ben saat 4 sıraları filandı.. Sende iş çıkışından sonra doğru eve gelmiştin hatırlarsın belki!!!

Genelde pek fazla iş çıkışından sonra hemen eve gelmezdinde o yüzden...

Bana ilk sorduğun soru...

-Derslerini yaptın mı?
-Evet
-Getir o zamanda bir bakalım!
-Tamam
_...
_...
-Bu mu len eşşek sıpası senin yaptım dediğin ders?
-Evet...

Hayatımda en seri yediğim ve kesinlikle hiç canımın yanmadığı o tokatı unutmak imkansız sanırım:))
Yüzüm de şaklayan o beş kardeşin süratinden anlaşılıyor ki, altıma kaçırdığımı anlamam biraz zaman aldı gerçekten:)

Neye utandım biliyor musun?

O yaşta o takot ile altıma kaçırmama utandım ben...
Yoksa yaptığım dersimin eksik görünmesine değil...

Güzel bir gün...
Aklıma her geldiğimde güldüğüm bir gün...
Her zaman hatırlamak isteyebileceğim bir gün...
ÖZLEDİĞİM BİR GÜN...

Huzur seninle olsun, sen de benimle lütfen...

7.05.2011

5 Mayıs

5 mayıs a hitaben yazmam gerekiyor gibi hissediyorum, deli gibi.
yazacağım ama tam olarak beklediğim bir yanlızlık, dinginlik, hazır hissetme duygusunu, kalbimin her karesinde dolaşması gerekiyor her halde....
gözlerimi her kapattığımda hissettim yazmam gerektiğini, baktığım her yerde gördüm yazmam gerektiğini, sarf ettiğim her harfin arkasından anladım aslında yazmam gerektiğini...
5 mayıs için yazacağım ilk fırsatta.
5 mayıs için ağlayacağım ilk fırsatta.
5 mayıs için anlatacağım çektiğim sıkıntıyı ilk fırsatta.
5 mayıs....

26.04.2011

NEREYE GİDİYORUZ

Yok yok birisi bana söylesin arkadaş, ben böyle bu işin içinden çıkamıyorum...
Nasıl bir ülkede yaşıyoruz len biz??
Büyük alışveriş merkezlerine gidersin yemek yemek için, her masa ana baba günüdür... üstünde de fastfood denilen o zımbırtılar...
Tamam kabul ediyorum bende oralara gidiyorum biran önce aç karnımı doyurmak için..
Ama bu kadar vurdum duymaz, bu kadar aşağılık bir topluma mensup deyilim arkadaş ben ya....
Neden mi? Çünkü ben yemeğimi yerken yanımdan geçen, büyük ihtimalle kimsesiz olan, aç olan, üstü başı yırtık elbiselerle, ayağında yarım yamalak üstü mü altımı yırtık olduğu belli olmayan ki sanırım ikisi de yırtık olan bir ayakkabı...
Saçı sakalı yaşlılıktan beyazlaşmış, kirlenmiş, uzamış....sırtında yılların verdiği yalnızlığı kaldırmaktan kocaman olmuş bir kambur...
Orta boylarda bir ihtiyar.
Amca koskoca alış veriş merkezinin fastfood kısmında her masanın üzerine eğilerek gezerken ilgimi çekti...
O üstünün başının perperişan hali değil benim ilgimi çeken...
Tam olarak tavaf etmişti ki amca dayanamadım aga.

-Amca hayırdır!!!
-Açım ben dedi gözlerini benden kaçırarak, yerdeki anlamsız, pahalı fayanslara bakarak...
...
-Belki masalarda bir kaç bişey vardır yemek için...
-Ne yemek istersin peki amca?
-Fark etmez ne olsa yerim çok açım.
-Gel amca ne istiyorsan alayım ben sana
-Fark etmez sen ne istiyorsan ben onu yerim, yeter ki al...

Yaklaşık olarak abartmayayım ama 200 kişinin olduğu bir alış veriş merkezinde bu kadar mı gamsız insan var arkadaş ya... gerçi insan demekle kime saygısızlık yapmıyorum ya da pardon kime saygısızlık yapıyorum!!!

Bu arada bu 200 kişi akşam yemeği yemeğe gelmiş olanlar. yani sadece fastfood kısmındakiler...

Nereye gidiyoruz arkadaş biz?

30.03.2011

Keşfetmeye Değer Mi?-3

5 Mayıs 2005

-'Evet Faruk' dedi tekrardan o ağır ve tok ses dikizden beni izlediğini hatırlatmak amacıyla besbelli, birşeyler istemek üzere olduğu bakışları, sesi, ve koltukta akıl almaz derecede hızlı hareket etmesinden belliydi ve ben ilk defa hayatımda yapılamayacak hiçbirşeyin olmadığını anladım işte o an.

-Ne istiyorsun, sen kimsin ve nasıl belirdin bu lanet arabanın içerisinde ben bu kadar sürat ile giderken?
-Bu soruların cevabını elbette biliyorsun...

Haklıydı sanırım, biliyordum ama kabullenmek zor ne de olsa bilmem kaç kilometre hızla, bilmem nerede, bilmem kimlerden kaçarken belirmişti arabada birden bire bu şekilsiz.

-Nereden bilebilirim, sen kimsin?
-Tamam o zaman hadi gel de şu işi biraz daha kolaylaştıralım.
-Ne olur çok gencim daha önümde...
-Uzatma Faruk, öldürmek istesem sence burada seninle sohbet ediyor olur muyduk?

Anlamama yetmişti bu kadar konuşmak, en azından şimdi beni öldürmeyeceğini. O zaman geriye kalan tek gerçek ona ayak uydurmak ve istediği oyunları oynamaktan başka birşey değildi dedim kendi kendime ve hemen başladım yoklamaya, kaçabileceğim yolları.

- İlerde yol ikiye ayrılıyor, soldan gidersen daha çabuk kurtuluruz arkandakilerden.
-Burada yaklaşık olarak 100 km daha yol ikiye ayrılmıyor, ayrıca arabanın içerisinde bu şekilde belirebilen birşeyin yollardan beni götürmeside ilginç oldu.

Sadece bana bakması bile yetti bu çirkin yaratığı kızdırmıştım sanırım, haddini bilmez tavırlarımla.Tamam tamam demekten başka ve yolun ikiye ayrıldığını kabullenmekten başka hiçbir seçeneğim yoktu, 100 km gitmeden.
Cebinden çıkartığı küçük bir tahta ile yolun ikiye ayrılmasını sağlayan çirkin şey
-Bak artık yol ikiye ayrılıyor ve sen soldan gideceksin
-Sen sen ama nasıl?

Şaşkınlıktan ağzım açık girdiğim sol yolda ilerlerken birden baktığım dikiz aynasında arkamda bir yol olmadığınnı ve arkanın sadece karanlıktan ibaret olduğunu gördükten sonra ağzımdan çıkan tek kelime
-Cehenem mi?

Korkunç bir ses tonuyla ve kulakları sağır eden bir gülme sesinden sonra bıçak gibi net ve bir o kadar korkunç olan başka bir ses tonuyla verdiği cevap kanımın çekilmesi için yetti de arttı bile.
-Keşke bu gördüğün karanlık, yol kenarlarında ki yıkıntılar, yakıcı sıcak, ölü insan bedenleri cehennemin milyonda biri olsa Faruk.

9.03.2011

Afilli Delikanlılar

Kesinlikle okunmalı derim ben afili filintalar denen o grubun içinden en az 3-5 yazarın...
Hepsi de bence keyifli, anlaşılır, sürükleyici ve en önemlisi ilginç hikayelerin yazarları ki aralarına ben Murat MENTEŞ ile girdim bu yazarların. Dublörün Dilemması ve arkasında Korkma Ben Varım... ikisi de inanılmaz derecede tavsiye ettiğim kitaplardır, aslına bakarsanız ilk tercihlerim arasında kesinlikle Dublörün Dilemması vardır...Kim sorarsa sorsun,

bir kitapçıda ya da bir kafede, bir evde ,bir balkonda, bir sokakta vs... aklıma gelen ilk kitaplardandır Dublörün Dilemması... Şimdi de yeni bir yazar daha girdi hayatıma ve inanılmaz eğlenceli inanılmaz farklı geliyor bana Alper Canıgüz. İlk defa okuduğumda kesinlikle devam niteliğinde bir yazar olması gerektiğinin farkına vardığım bir yazar kendisi, okunmalı ve anlatılmalı dedim Gizli Ajansı okuduktan sonra ki şuan okuduğum Oğullar Ve Rencide Ruhlar ile de iyice pekişti bu düşüncem..

Şiddetle tavsiye etmekteyim bu yazıya ulaşanan herkese ve ulaştırabileceği herkese... Murat MENTEŞ ve Alper CANIGÜZ kesinlikle okumalısınız.

Bu keyfi sizde yaşamalısınız ve yaşatmalısınız.....

6.03.2011

Delirten Şeyler-3


Arkadaş delirtmeyen pek birşey yok sanırım, yetenek sizsinizdeki yeteneksizleri görünce insan nasıl delirmez ya...

Böyle yorgun argın işten geldikten sonra arabayı park etmek için kendi evimin etrafında taaf ediyorum ya yaklaşık on dakika kadar ve sonra bir boşluk bulup park etmeye çalışıyorum ya işte ben buna deli oluyorum arkadaş ya...

Hani alış veriş yaparsınız ya mega marketler zincirlerinin her hangi bir tanesinde ve tam elinizdekileri ödemek için kasaya yönelirsiniz ya(10 taneden az olmayan kasa sayısından her hangi bir tanesine)işte orda uzaktan parlar hani bir tane kasa ve sadece bir kişi vardır o kasanın başında... işte o kasaya ödeme yapmaya gittiğinizde, kasada tek başına duran abi ya da abla markette kendini kaybetmişcesine alış veriş yapmıştır ve koca arabayı boşaltıyordur tezgaha... işte arkadaş ben uzaktan metine yakından da tüm marketi almış birinin arkasında sıra beklemekten nefret ederim ya...

Sabah sekizde kalktıktan sonra kahvaltı bile yapamadan işe gitmek için takımları çekersin ve koşa koşa arabaya binersin ya işte ben o esnada o arabanın içinin buz gibi olmasından, ısınması için de yaklaşık 15-20 dakika beklemekten nefret ediyorum ya...

Ya ben o kadar para verip aldığım saatlerin nedense (dijital değiller bu arada çünkü o da benim tarzım değil) tarihlerini ay sonunun 31,30,29 çektiği değişik dönemlerin ardından yeni ay girdi diye düzeltmek zorunda kalmaktan nefret ediyorum...

Abi hani kadife bir koltuğa oturursun ya rengi mühim olmayan, hani düğmeleri vardır böyle kocaman falan, oturdun mu arkadan bakan insan seni tanıyamaz koltuğun boyunun uzunluğundan, işte ben o koltuklara oturduğumda kadifenin içimi gıcıklamasından ve tüylerimin harekete geçmesinden nefret ederim ya...

Ya bu da pek birr ilginç gelmiştir oldum olası bana; hani bir kazak alırısın ya bayılarak abi ben o kazağın giydiğimde benim vücüduma batmasından( tabiri caizse yemesi) nefret ediyorum aga çünkü sabahtan akşama kadar uyuzlar gibi kaşınıyorum ben ya...

11.02.2011

Biraz da pazarcı mantığı


farkettim ki yazmıyorum uzun zamandır nedenini de biliyorum lakin.. çok yorucu olmaya başladı benim için bu iş olayları arkadaş sanki, ne bileyim kanım çekilmiş gibi her gece eve gelmeler yorgunluktan aklıma yazabileceğim hiç bir şey gelmemesi, elimi bilgisayara her attığımda vazgeçmeler, yazmak zorundaymışım gibi hissetmeler ama yazmamam gerekiyormuş gibi bağlamalar bu hisleri. aslına bakarsan yazacak bir şey bulamamalar da cabası üstüne üstlük:( yorgunluk yüzünden,stres yüzünden bazen açlıktan bazen ne bileyim günün yeterince-başarılı- iyi geçmemesinden... fakat yazmak rahatlatıyor gerçekten ne yazacağını bilmeden bilgisayarın tuşlarına basmak, hele ki bilgisayarı kucağına alarak tv nin sesini kısarak arada acaba neler yazdım diyerek geçmişi okumaya çalışarak, bazen tatlı geçen günlerin hatırına yazılması gerektiğine inanarak, bazende sadece yazmak.. bugun sanırım sadece yazmak istedim bir şeyler olsun bu duvarda diye yazmak istedim. ha bir de şu var ki yazmaya başladığında konudan tamamen sapabiliyorum o yüzden şimdiden özür dilerim çünkü bende bilmiyorum ne ile başladığımı ki ne ile bağlayıp bitirmeliyim:)
yorucuymuş hayatta başarmak için bazı şeylerin peşinden koşmak, benim olsun diye kovalamak, elden kaybetmemek için muhafaza etmeye çabalamak....
koşulmalı ama tatlı adımlarla belkide yormadan demi, sıkılmadan, yılmadan..
sanırım ben başladım arkadaş koşmaya hemde ne zamandan beri biliyor musun?
askerden gelmeden önce başlamış bende öyle yeni değil yani:)
küçüklükten hemde çok küçüklükten:)
daha böyle 8-10 yaşlarındayken anladım ben bunu:)
hatırlıyorum elimde bir tane askılı tepsi pazar da koştururdum ben hemde onca kalabalığa rağmen içinde ki çayları, limonataları dökmeden sağdan sola soldan sağa saga:)
ha bir de ben bunları her hatırladığımda gülerim kendime ama tatlı tebessüm derler ya işte aynen öyle neden biliyor musun?
çalışıyordum ben ya, kendi paramı kendim kazanıp kendim harcıyordum:)
bilir misiniz ki siz ne kadar keyiflidir o parayı harcamak, bilir misiniz?
ben bilirim gerçekten hem çok keyiflidir hemde çok keyifsiz:)
sonra yeniden kazanmaya çalışması yorar çünkü insanı...
ben harcadım ve kazandım...
bak aklıma ne geldi ben o çay tepsisi ile-içi çay ve limonata dolu- kimseye çarpmadan ordan orayı koşturur ve hangi tezgaha ne verdim bilirdim..
nasıl?
dur anlatayım:)
şimdi çay ve limonata ya da ayran ne bileyim bazen gazoz işte ki gazoz şişe ile verirdik bir de zaten onu herkes içmezdi öle
pazarcının özel müşterisi olacaksın bir kere...
ben olamadım o kadar pazarcı tanımama rağmen:(
neyse bunların yani pazarcıların pazar direkleri vardır bilirsin onları hani şu üstlerine güneş, yağmur, kar gibi doğa harikası olayların yağmasını-gelmesini- önleyen branda gerilen direkler:)
işte o direkler tahtadır bizim pazarlarımızda yani eskiden tahtaydı şimdi de pazarın tadı tuzu kalmamış da neyse:(
işte o direklerin üzerine ben çizgi çekerdim kim ne içiyorsa onun boyutuna göre çizgi çekerdim:)
sanma ki bende küçük bir not defteri kaç numaralı pazarcı ne içmiş:)
çizgi çekerdim boyutlarına göre..
en uzun çizgi gazoz en kısası tabi ki çay ne bekliyorsun ki küçücük bir çocuktan:)
ama işe yarardı bu bütün paramı akşam toplardım herbirinden kuruşu kuruşuna
yalnız hala taktir ederim akşama kadar çalışıp çay gazoz içenler benim duvarlarıma çizmiş oldukları çizgileri silmez saklamazlardı:)

Ben her halde yeni bir çizgi çektim askerden gelen Cem in üzerine silmemek üzre...
biraz pazarcı mantığı mı var bende acaba ne dersin?

o eski halleri eski yaşam tarzını aramamaya, 5 birayla sarhoş olmamaya, gittiğim yerde arkadaşlarımın dışında da eğlenmeye çalışmaya, doyumsuz olmamaya:)

iyisi de buymuş ama bu hayatta yapmadığım şey kalmadı ama iyisi de buymuş be:)

yaşlandım mı yoksa ağırlaştım mı?